29 Mart 2009 Pazar

Lavinia "Sana Gitme Demeyeceğim Ama Gitme"


İnsan, karşısındakinin daima duymak istediklerini söylemesini bekler ve onun için "duymak istedikleri" karşısındakinin söylediklerinden çok daha önemlidir.İkili ilişkilerde, arkadaşlıklarda, aile ilişkilerinde durum hep böyledir.Bu nedenle yalanları bile duymaya razıdır.Çünkü, duymak istedikleri yalandan ibarettir.


Ama ne kadar sağlıklıdır yalanlarla dolu, gerçekleri değil de sevdiğimiz insanın, arkadaşımızın istediklerini söylemek...Belki de yalan söylemek gerçeklerden daha çok acıtır karşımızdakini...Oysa biz, yalan söylemek istemeyiz, biliriz dürüstlük başta incitse de sonunda yaklaştırır bizi sevdiğimize.Hatta bazen bağlarımızı kuvvetlendirir.


Kimi zaman, birisine "git" demek hayatımızın en zor cümlesi olur.Bunu bile bile, içinden "gitme" diye yalvarırken, avazın çıktığı kadar "git" diye bağırmak...İşte budur en acı olan...Hayatının en önemli parçasını sırf gitmesi gerekli olduğu için göndermek...Ve arkasından bakmak saatlerce...


Melda Vardar

27 Mart 2009 Cuma

Huysuz ve Tatlı Kadın


Bugün güzel bir şarkı dönüyor dilimde.Şarkılar seni söyler, dillerde name adın…Alıp götürdü beni taa uzaklara.Sanki çok eski dönemlere aitmiş gibi hissettim kendimi.Bağıra çağıra şarkıyı söylüyorum ama içimden…Acaba kaç kişinin ismi dillere birer name edasıyla düşmüştür.Elimde olmadan düşünüyorum.Bu güzel şarkı başımı döndürüyor.Bir şeyler hatırlayacakmışım gibi, ama ne hatırlayacağımı da bilemiyorum.bir hüzün var şarkıda,ama ağlatmıyor da beni.Efkarlanıyorum, yanık bir aşık gibi, vurgun bir kadın gibi, hasret bir insan gibi.Aslında onlardan hiçbiri değilim.İlginç olanıysa kendimi onlardan biri gibi hissetmem.

Ve şarkının devamında o can alıcı söz ekleniyor hislerime, aşk gibi sevda gibi huysuz ve tatlı kadın…Bir kadını ne kadarda farklı ve doğal anlatmış.Hem huysuz hem de tatlı…Yani hem kızmış hem de sevmiş o kadını.İşte vazgeçememenin anlamını burada yakalamış söz yazarımız.

Hayatın içinde hepimiz böyle değil miyiz? Huysuz ve tatlı insanlar.Birbirimizden vazgeçmeyişleriz,ağlayışlarımız,ayrılıklarımız,hüzünlerimiz,mutluluklarımız hepsi içimizde değil mi?

Melda Vardar

Güzel Bir Söz...


Sevgilerde



Behçet Necatigil

24 Mart 2009 Salı

Keşke...


Teypte eski bir Cohen şarkısı:
'Yolumu gözleyen bir kadını terk ettim / karşılaştık bir süre sonra /‘Gözlerinin feri sönmüş’ dedi bana: / ‘Aşkım, ne oldu sana? ’/Böyle gerçeği söyleyince / ben de doğru söylemeye çalıştım ona /‘Senin güzelliğine ne olduysa’ dedim, / ‘benim gözlerime de o oldu’.
8 - 10 dizeye sıkışmış hazin bir aşk hikayesi... Buruk; kırılmış oyuncaklar kadar... Ve yenik; 'keşke'li cümleler gibi... Bu sözcüğü kaç konuşmanızın başına eklemişseniz onca ıskalamışsınızdır hayatı...
Dört mevsimlik bir sene olsa ömür, 'keşke', onun güzüne denk gelir. Hepten vazgeçmek için erkendir, telafi etmek için geç...
Mağlubiyetin takısıdır 'keşke'... Kaçırılmış fırsatların, bastırılmış duyguların, harcanmış hayatların, boşa yaşanmış ya da hakkıyla yaşanamamış yılların, gecikmiş itirafların ağıtıdır.
Çarpılıp çıkılmış bir kapıda, yazılıp yollanmamış bir mektupta, göz yumulmuş bir haksızlıkta, vakit varken öpülmemiş bir elde, dilin ucuna gelip ertelenmiş bir sözdedir.
Feri sönmüş bir çift gözde ya da yitip gitmiş bir güzelliğin ardından iç çekişte...
'Yolunu gözlemeseydim', 'öyle demeseydim', 'terk edip gitmeseydim', 'en güzel yıllarımı vermeseydim' diye diye sızlanır gider.
'Keşke'nin panzehiri 'iyi ki'dir. İlki ne kadar pısırıksa, ikinci o denli yiğittir.
'Keşke', çoğunlukla bir 'ahhöla kopup gelir ciğerden... esefler, hayıflanmalar, yerinmeler sürükler peşinden...
'İyi ki' ise, muzaffer bir 'ohhöla büyür; cüretiyle övünür.
'Keşke'li cümlelerde nasıl yaşanmamışlığın, yarım kalmışlığın o ezik tuzu kuruluğu varsa, 'iyi ki'lilerde de göze alabilmişliğin, riske girebilmişliğin, tadına varabilmişliğin mağrur yaraları kanar.
Okulu hiç kırmamışsınızdır, sinemada öpüşmemişsinizdir; dokundurtmamışsınızdır kendinize, bir kez olsun gemileri yakmamışsınızdır.
Konuşmanız gerektiğinde susmuş, koşacağınız zaman durmuş, sarılacağınız yerde kopmuşsunuzdur.
Bir insana, bir işe, bir davaya ömrünüzü adamışsınızdır. O insanın, o işin, o davanın, bunu hak etmediğini sezmenin hayal kırıklığındadır 'keşke'...
'Şimdiki aklım olsaydı' dövünmesindedir. Geriye dönüp baktığınızda, ayıplara, yasaklara, korkulara, tabulara feda edilmiş, 'Ne derler'e kurban verilmiş, son kullanma tarihi geçmiş bir yığın haz, bilinçaltından el sallar.
'Keşke'cilerin hayatı, kasvetli bir pişmanlıklar mezarlığıdır.
'İyi ki' öyle mi ya! ...
Onda, yara bere içinde de olsa, yana yana, ama doyasıya yaşamış olmanın iç huzuru ve haklı gururu haykırır.
'İyi ki'lerinizi toplayın bugün ve 'keşke'lerinizden çıkartın. Fazlaysa kardasınız demektir.
Aldırmayın yüreğinizdeki kramplara, mahzun hatıralara... Rüzgarlarla koştunuz ya...
'Keşke'leriniz, 'iyi ki'lerden çoksa... Telafi için elinizi çabuk tutun. Tutun ki, yolunuzu gözlerken terk ettiğinizle bir gün yeniden karşılaştığınızda siz susarken, feri sönen gözleriniz 'keşke' diye nemlenmesin...


Can Dündar

Hayat Güzeldir


Ulusça, bir ateş çemberinden geçiyoruz. Dayanmanın tek yolu var: Acıları oyuna dönüştürmek

Üniversitede "tuhaf bir arkadaşım var­dı. Geceleri toprağa uzanıp yıldızları gözlemeye ve uzaylıları beklemeye bayılırdı.
Bir gün, uzun zamandır kuşkulandığı şeyi açmıştı bana, zor bir sır verircesine:
Birilerinin kendisiyle "hayat" adını ver­dikleri bir oyun oynadıklarını düşünüyordu. Öyle ki yaşadığımız herşey bu yanılsa­ma için özel olarak düzenlenmişti. Mesela kendisine gösterilenden tamamen başka bir dış dünya olduğuna inanıyordu. Pence­reden bakınca dışarıda gördüklerinin, per­deyi çektiği andan itibaren bambaşka bir hal aldığı kanısındaydı. Sanki "yukarıdaki­ler," O'nunla oynamak için "dışarı"yı öyle tanzim ediyorlar, O perdeyi çekince de kıs kıs gülerek içeri bakıyor, O'nu izliyorlardı.
Bazen otururken, aniden perdeyi açıp dışarıyı kontrol etmek istiyor, adeta kendisiyle oyun ve sonunda hayat, hayalin karşısında yenik düşüyor. oynayanları faka bastırmaya çalı­şıyordu.
Bir süre sonra perdelerini aç­maz oldu. Ya bu "oyun"a ortak olmamak için ya da tersine, ken­dini tamamen bu oyunun büyüsü­ne kaptırdığından...
O'na bunun bir yanılsama ol­duğunu anlatmaya çalıştığımızda "Ne biliyorsunuz ki..." diyordu, "...aynı oyunu size de oynuyor­lar."
Zamanla bu "yanılsama"yı ha­yata karşı bir mevziye dönüştürdü.
Biz "dışarıda" ufalanırken, O içerde ayakta kalmayı başardı.

* * *

"Hayat Güzeldir" filmini izleyince, başroldeki çocuğu O'na benzettim.
Son yılların bu en güzel politik filmi, savaş yıllarında faşistlerce toplama kampına tıkılan bir İtalyan ailenin öyküsünü an­latıyor. Baba, oğluna kampın zulmünü hissettirmemek için herşeyi bir oyun gibi sunuyor. Oyunda toplayacağı puanlarla kazanacağı tank 'için bütün bu eziyetlere katlanması gerektiğini tel­kin ediyor.
Zavallı küçük, bu yalanı merhem yapıp sürüyor yaralarına... Puanlarla doyuruyor karnını...
Ve sonunda hayat, hayalin karşısında yenik düşüyor.

* * *

Geçen hafta, ulusça bir ateş çemberi­nin içinden geçtiğimiz günlerden bir gün, sıradan bir eve konuk olduk. Televizyon­dan odaya, vahşi bir yangının kül ettiği in­sanların görüntüleriyle geride bıraktıkları­nın feryatları taşıyordu. Konuğu olduğu­muz ailenin reisi belki bunlara dayanamadığından, belki öbür kanalda başlayan "oyun"u kaçırmamam kaygısıyla "zapladı hayatı" ve "oyun"a döndü.
Kandırılmış küçük bir çocuk gibi, öbür kanalda tutuşan hayatı unutup bize büyük hediyeyi kazandıracak puanların peşine düştük birden...
Unuttuğumuz her acı, bir puan olarak yazıldı hanemize...
En iyi oynayanlar, en az hatırlayanlar­dı.. Sonunda "tank gibi" bir arabayla ödüllendirildiler.
Kaçacak, sığınacak başka neresi vardı ki?
Hayat karşısında hayal dışında dayanağımız, düş gücü dışın­da gücümüz kalmamıştı ki...
Bize gösterilen bu rengârenk dünyanın gerçek olmadığını, ama asıl hayatın bu olduğuna inanmamızı isteyenlerin "yukarı­dan," "camın dışından" kıs kıs gülerek bizi izlediklerini, aniden perdeye sarılıp çekiversek bambaşka bir dünyayla karşılaşabile­ceğimizi bilenler vardı aramızda...
Ama bunu bilmek, sadece daha çok acı çekmeye yarıyordu.
Oysa ustalık, acıları oyuna dönüştürebilmekteydi...
Oyun gruplarına ayrılıp, unutma yarışma girdik.
Artık lotoya, totoya, ufoya inananlarımız, camiye, partiye, kahveye sığınanlarımız, güzel yarınları, ahiret gününü, beyaz at­lı prensi, mesihi, büyük ikramiyeyi bekleyenlerimiz, hepimiz ya­nılsamalara tutunarak katlanıyoruz hayata...
Bu oyunda gönüllü rol alıyoruz.
Hapishanemizin duvarlarını boyuyoruz.
"Perdelerimizi çekip" gözümüzü cama dikerek oyuna katılı­yoruz gece boyunca... Acıları unutarak puan toplamaya çalışıyo­ruz.
Puanlar tamam olduğunda ödülümüz bir tank olacak: bili­yoruz.
"Yukarıdakiler," bu kahredici hayatı, neşeli bir oyun olarak yutturmanın keyfiyle camın dışından bakıp nanik yapıyorlar.
Durumu sezsek de ses etmiyoruz.
Ses edenlerin başına gelenleri gördüğümüzden. "Hayat gü­zeldir" diyoruz ve biz de oynuyoruz.


Can Dündar

Hayat ve Ben...


Otuzbeşime bastım geçen hafta... İlk yan bitti: Hayat: 1... Ben: 0... Ama belliydi böyle olacağı... Nicedir başlamıştı belirtiler:
Yolda çocuklar "Amca şu to­pu atıversene" diye seslendik­lerinde kuşkulanmıştım ilkin...
Sonra saçlarımdaki beyaz tel­ler tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü...
Baktım, lise fotoğraflarım sa­rarmış, sınıf arkadaşlarım yaş­lanmış. Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur ol­muş... seyahat ve aşk yerine...
Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içindeki uçurt­manın ipini cekercesine...
"Bizim zamanımızda" diye başlayan nu­tuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenle­rinde -hayret! daha dün değil miydi benimkisi?
Yıllar yılı dudak büktüğüm 'ölümden son­ra hayat masalları' na kulak kabartmaya baş­lamışım gizliden gizliye...
İple çektiğim haziranlara sırt çevirmişim.
Yaşamın orta sahasına girmişim... irkilmişim...

* * *

Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kol­larımdan.
Biri, "Daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla; "Asıl şimdi başlıyor hayat,..! Bundan sonrası rahat!"
Lakin, "Buydu işte görüp göreceğim" diye efkarlanıyor öteki... "2. yarı geçer hızla/yaşla­nırsın zamanla..."
Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak, "sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler...
35'le çoktan tanış olanlarsa "hayata hoşgeldin" pankartıyla karşılamadalar... ilk yan sa­dece bir ısınmaymış meğer: Asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın... kavganın... aşkın...
Bense şaşkın... devre arası bilancolarındayım:
Son dönemde, kimbilir kaç eski anıyı yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde..?
Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken... ve sustum vicdan sor­gularında... Aksisedamla bile dertleşmedim.
Meğer ne yaman serüvenmiş hayat?
Bazen yediveren gülleri gibi bereketli... Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun... Yaşıyor, seviyor ve se­viliyorsun...
Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık...şaşıp kalıyorsun...
Oysa -herkes bilmezden gelse de-skoru belli oyunun:
30'larda dedeni ve nineni kaybe­diyorsun. 40'lannda anneni ve ba­bam... ve 70'inde kendini...

* * *

Şimdi devre arası/yolun yarısı...
Bugüne dek ancak tanıştık hayat­la...
Ben O'na kendimi tanıttım... O bana kendimi...
Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı... (Zaferlerim onlar be­nim... Olgunluğumun yapıtaşları...)
...Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı... Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım aşağı... Dönmesin diye başım...
Ben istikballe arkadaşım...

* * *

Ne var ki yarım her şey... Hayat da yarım, sevdalar da... Daha diyeti ödenmedi sevinçle­rin... ihanetlerin hesabı sorulamadı... Nazım'ın dediği gibi "kopardım portakalı dalın­dan/ Ama kabuğu soyulamadı/ Sevdalara do­yulamadı..."
"Doydum" diyen görmedim ki zaten ben...
Hiç doyulmaz ki zaten...
Lakin gel de zamana anlat bunu...
Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin..

* * *

Baktım ki ikinci yan kapıda... ve hayatın ceza sahası yakın...
Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını. Acılar, sancılar bir çekmecede, sevdalar diğerinde... Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler... Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmış takvimlerimi...
Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını...
İlk yarı bilançom o benim:
Yangında ilk kurtarılacak... kazada ilk açı­lacak...
Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis, koyacaklar halime... "Çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler, ya da "sebepsiz alçalmış... Bile bi­le vurmuş kendini dağlara..."
Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleye­cek hikayenin...
Kalanı benimle gelecek...
Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatıralarımı...
Reyhanlar saklayacak sırlarımı..
Skoru bir tek Ege'nin sulan bilecek... Deni­ze kavuşabilirse eğer içimdeki nehir... Hayat: 0... Ben: 1
Can Dündar

Düşünün...


Düşünün!
Kimsiniz? Ne kadar, nerede, ne zaman kendinizi kaybettiniz veya buldunuz?
Yeni bir sabah, doğan güneş, yeni umutlara kucak açmışken siz nerede, ne yapıyorsunuz? Yeni umuda koşuyor musunuz, sımsıkı sarılıp onun rüzgârında dans mı ediyorsunuz yoksa kucak açan umutların kanatlarını mı kırıyorsunuz?
Olası hayallerinizi kim, niçin çaldı? Nerede kaybettiniz güven duygunuzu? Ve aynada gördüğünüz yüz kimin?
Hangi hayalleriniz ulaşılamayacak kadar uzaktır size? Gerçekten uzak olan hayalleriniz mi, siz mi uzaksınız o hayallere? Pozitif hayatın frekanslarını mı bulamadınız? Negatif limanlara demirlediğiniz hayal ve güven duygunuz ne zaman yeni kıtalar keşfetmek için demir alacak, yelken açacak pozitif sulara doğru? Ne zaman? N e zaman bugün de yaşıyorum diye gülümsediniz? Ne zaman gözlerinizde parlayan bir yıldız misafir oldu? Karamsarlığınıza bir kibrit çakacak kadar cesaretiniz kalmadı mı? Kalmadı mı sizin içinizde büyüttüğünüz bir umut? Olmadı mı hiç, bir uçurumdan düşerken size el uzatan?
Nasıl görmek istiyorsanız öyledir hayat! Ya attığınız adımlar sizindir, ya yürüdüğünüz yol! Adımlar sizinse yönünü değiştirmek kolaydır. Ama yol iseniz, yolun güzergâhı bellidir!
Mutluluk; satılmaz, alınmaz! Güven; gökten yağmur gibi yağıp sizi ıslatmaz! Mutluluk içinizde bir yerlerde, belki hiç kullanmadığınız bir odada saklıdır. Bulmazsan, aramazsan, o sana gelmez! Güven ise kendi içinizde büyütebileceğiniz çok narin bir çiçektir!
Kimi insan vardır, her rüzgâra kapılır, kimi insan vardır her rüzgârın önünde dimdik ayaktadır. İdeal insan ise rüzgârı kendi yönüne çevirmesini bilendir!
Bir şeyleri ispat etmek istiyorsanız, önce kendinizden başlayın. Hayat size gülmese de siz hayata gülümseyin. Anlık mutluluk ve anlık gülümseyişler peşinde koşmayı bırakın. Unutmayın ki gerçek ve kalıcı gülümseme, gerçek mutluluk zorluklardan sonra gelendir!
Bazen başarı ayrıntılarda saklıdır. ‘Ben de yapabilirim’ demek bir ayrıntıdır!
Sürekli virgüller koyarak tek düze yaşamaktansa nokta koyup yeni başlangıçlara adım atmak gereklidir.
Aşacağınız engelin büyüklüğü, ona bakışınıza bağlıdır. Ürkek gözlerle baktığınız sürece engel aşılmaz olacaktır. Güvenli, cesur baktığınızda ise engelin ayaklarınızın altında kalacağını göreceksiniz!
Şimdi bir söz verin kendinize! ‘Engelleri ben de aşarım’ diye.

Ve bir iyilik yapın kendinize!

‘Kendinize Güvenin, Cesur Olun’
Bir kelebeğin kanadında takılı kalmasın umudun, mutluluğun, cesaretin, hayallerin, özlemin ve sevgin. Limitsiz gülümse ve sonsuz ol…
alıntı

Hayat Çetele Tutmak Değildir


Hayat çetele tutmak değildir.
Seni kaç kişinin aradığı, kiminle çıktığın, çıkıyor olduğun veya çıkacağın demek değildir.
Kimi öptüğün, hangi sporu yaptığın veya kimlerin seni sevdiği değildir.
Hayat ayakkabıların, saçın, derinin rengi, nerede yaşadığın veya hangi okula gittiğin de değildir.
Aslında hayat, notlar, para, giysiler, girmeyi başardığın ya da başaramadığın okullar da değildir.
Hayat çok arkadaş sahibi olmak ya da yalnız olmak, kabul görmek ya da görmemek de değildir.
Hayat bunlar değildir.
Hayat kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir.
Güven, mutluluk ve şefkattir.
Arkadaşlarına destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır.
Hayat kıskançlığı yenmek, önemsemeyi öğrenmek ve güven geliştirmektir.
Neler söylediğin ve ne demek istediğindir.
İnsanların sahip olduklarını değil, kendilerini olduğu gibi görmektir.
Herşeyden önemlisi, hayatını başkalarının hayatını olumlu yönde etkilemek için kullanmayı seçmektir.
İşte hayat bu seçimlerden ibarettir.
alıntı

Baktığınız Yere Dikkat Edin!..


Sabah sol gozumde bir agri ve biraz kanla uyandim.
Ogleden sonra solugu doktorda aldim.
Dunya tatlisi bir doktor. Ilk bakista cozdu derdimi." Direnc kaybina bagli iltihaplanma..."
"Sorun gozunde degil aslinda..." dedi doktorum. ".... baktigin yerde .....
Hep karanliga bakmaktan feri sonmus gozlerinin. Yilgin dusmussun. Yorgunluk mikrobu, seni gozunden vurmus".
Bu teshisin ardindan oyle bir recete yazdi ki dostlar basina:
"Pozitif dusuneceksin. Hayata simsIki sarilacaksin. Isinden kafani kaldirip sevdiklerinle vakit gecireceksin.
Kendine yeni heyecanlar kat. Sev, ki hucrelerin yenilensin.
Sana enerji vermeyecek hic kimseyle de birlikte olma..."

CAN DUNDAR

Yaşlılık Üzerine...


Cicero’ya yaşlılığında sorulan, “Üstad, yeniden gençliğe dönmek ister miydiniz?” sorusuna verdiği yanıt anlamlıdır: “Yarışı birinci bitiren bir at, neden bir daha başlangıç çizgisine dönmek istesin ki…”
Belli bir yaşın altındayken hemen hepimiz yaşlılara bir acıma hissi ile yaklaşırız. Bu acıma hissine eşlik eden bir başka düşünce daha vardır; “Ben, iyi ki daha gencim” der ve bundan kendimize anlamsız bir övünme payı çıkarırız.
Elele tutuşmuş yürüyen yaşlı bir çifte bazılarımız acıyarak bakar. Bence bu çifte acıyarak değil büyük bir gıpta ile bakmak gerekir. * Bu çift, “atletizm yarışmasını” başarıyla tamamlamış bir çifttir; hayatın türlü badirelerini atlatmış, belirli bir yaşa hem de birlikte ulaşmış, üstelik hâlâ elele yürüyecek kadar birbirlerine olan sevgilerini koruyabilmiş “başarılı” yarışmacılardır. Görüşüme göre, onlara ancak gıpta edilebilir, acımak ise son derece anlamsızdır.
Hepimiz adına dünya denilen bir stadyumdaki yarışmacılarız. Hiç birimiz buraya isteyerek gelmedik ve istemesek de hepimiz burada koşmaya mecburuz. Kimisi önce kimisi sonra, ama herkes vakti geldiğinde bu yarışı koşacaktır. Kimisi bu yarışı dereceyle bitirecek, kimisi dereceye giremese de yarışı tamamlayacak, kimisi de yarışı tamamlayamadan kulvarı terk edecektir. Kimsenin, ben daha yarışın başındayım diyerek, yarışı başarıyla tamamlamış olanlara acıyarak bakması kadar anlamsız bir şey olamaz. Üstelik, yarışı henüz koşmamış bir kişinin, dereceye girememiş (yâni hayatta yeterince başarılı olamamış) ve hâttâ yarışmayı bitirememiş (yâni belli bir yaşa ulaşamamış) kişilere bakarak, bundan kendine bir övünç payı çıkarması da anlamsızdır. Çünkü, yarışın/hayatın kime ne getireceği belli değildir.
Dolayısıyla, ne gencim diye övünmek, ne de yaşlandım diye dövünmek anlamlı değildir.
Yaşlılıktan söz ederken Schopenhauer’i anmadan olmaz. Bu büyük filozof, olağanüstü bir başarı kazanan “Parerga ve Paralipomena” adlı kitabının “Yaşam Çağlarının Farklılığı Üzerine” alt başlıklı bölümünde, yaşlılık döneminin harika bir analizini yapmıştır. Şimdi bu bölümden bâzı görüşleri aktarmak istiyorum:
Yaşamımızın sonuna doğru bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı ana benzer bir durum ortaya çıkar. Şimdi artık, yaşamımız boyunca ilişkimiz olan kişilerin gerçek yüzlerini görürüz...ama asıl tuhaf olanı, insanın kendi kendisini bile ancak yaşamının sonuna doğru tanıması ve anlamasıdır.
Yaşamı nakış işlenmiş bir kumaşa benzetebiliriz: herkes, yaşamının ilk yarısında bu kumaşın ön yüzünü, ama ikinci yarısında ise arka yüzünü görür: arka yüzü o denli güzel değildir ama öğreticidir; çünkü ipliklerin bağlantılarını görmemize izin verir.

*Düşünmek Üzerine Düşünmek / Prof. Dr. Oğuz İNEL

Arpa ve Saman


Eski Ramazanlardan birinde iki molla âdet olduğu üzere Anadolu köylerine ramazan hocalığı yapmaya çıktılar Rahat birer köy bulmak için yollarına devam ederken bir akşam vakti yolları üzerindeki bir köyde misafir oldular Ev sahibi köylü irfan sahibi, umur görmüş biriydi Mollalar akşam namazı yaklaştığı için hazırlanmak istediler Biri abdest almak için dışarı çıktı Ev sahibi köylü içerde kalana sordu:
- Arkadaşının tahsili, terbiyesi yeterli midir, Kur''an''ı iyi okur mu, tefsir ve hadis öğrenmiş midir?
Odada kalan cevap verdi:
- Yok canım, ne tahsil ve terbiyesi, ne ilmi?
Eşeğin biridir, bir şeyden anlamaz Biraz şarlatandır, ona güveniyor
Bu arada dışarı çıkan içeri girdi ve içerdeki dışarı çıktı Köylü içeri girene de arkadaşı için aynı soruyu sordu O da arkadaşı için şöyle dedi:
- Sığırın biridir İlim ve edepten hiç nasip almamıştır İstanbul''da boşuna kaldırım çiğnemiştir
Mollaların hazırlanması bitince birlikte akşam namazı kıldılar Namazdan sonra ev sahibi akşam yemeği getirdi ve mollaları sofraya buyur etti Sofrada ağzı kapalı üç tabak yemek vardı Ev sahibi bunlardan ikisini birer tane mollaların önüne, diğerini de kendi önüne koydu ve "Haydi buyurun" deyince herkes önündeki tabağı açtı Mollalardan birinin tabağında arpa diğerinin tabağında saman vardı Ev sahibi köylünün tabağında ise nefis bir tas kebabı bulunuyordu Mollalar şaşırdılar, kızarıp bozardılar Ev sahibi onların bir-şey söylemesine fırsat bırakmadan durumu aydınlatmaya başladı Önce önünde arpa olana dönüp şöyle dedi:
- Arkadaşın senin için eşeğin biridir dedi Bunun için sana arpa koydurdum Çünkü bir kimseyi en iyi arkadaşı tanır Kişiyi arkadaşından sorarlar
Sonra önünde saman olana döndü ve,
- Senin için de arkadaşın "sığırdır" dedi En iyi sığır yiyeceği saman olduğu için senin tabağına da saman koydurdum Buyurun, afiyet olsun, dedi.
alıntı

Mutluluk


Kıyafetinden hayli varlıklı bir aileden geldigi belli küçük kız, avucundaki para destesini sımsıkı tutarak rafları inceliyordu. Burası kentin en büyük oyuncak magazasıydı. Aranan herşeyin bulundugu, bitmez tükenmez raf koridorlarının bulundugu magazalardan biri... Rafların arasında öylece gezinirken, reyonların birinde kalakaldı. Muhteşem bir bebekti bu.. Dünya güzeli yüzlü ve ipek kadife elbiseli muhteşem bebek. Babasına döndü, bebegi işaret etti... ''''Avucundaki para yeter mi?...'''' Babası, başı ile ''''evet'''' dercesine olumlu bir hareket yaptı. Bebegi kucakladı ve koridoru takip ederek kasaya dogru yürüdü. Tam bu sırada tıpkı kendisi gibi, babası ile alışverişe çıkmış bir küçük çocuk gördü. Kısa pantolonluydu, gömlegi iyice eskimişti. Çocugun elinde birkaç dolar vardı. Raftaki oyunlardan birinin önünde heyacanla durdu. ''''İşte istedigim bu baba!'''' diye çıglık attı, avucunu gösterdi: ''''Yeter mi?'''' Babasının gözleri yere dogru egilirken, başı ''''yetmez'''' işareti verdi. Çocuk, avucundaki paraya baktı. Oyunu raf yerine koydu. Babasının elini tuttu ve koridorun ucuna dogru yürüdü, boyama kitaplarının oldugu rafa... Küçük kız kucagındaki bebege bi daha baktı. Sonra çocugun seçtigi oyuna döndü. Bebegi götürüp yerine koydu. Oyunu eline aldı... ''''Yeterli param var mı baba?'''' dedi... Babası yine ''''evet'''' dercesine başını salladı. Kasaya gittiler, parayı ödediler. Küçük kız kasadaki adama bişeyler fısıldadı. Kız ve babası, geriye çekilip beklemeye başladılar. Az sonra oglan ve babası, ellerinde bir boyama kitabı ile kasaya geldiler. Kasiyer: '''' Kutlarım sizi'''' dedi heyecanla; ''''Bugünün bininci müşterisi olarak bir armagan kazandınız...'''' Ve oyun kutusunu küçük çocuga uzattı. ''''Harika!!'''' diye çıglık attı çocuk: ''''Baba bu benim en çok istedigim şeydi biliyorsun...'''' Baba ogul, sevinç içinde dükkanı terkederken, içeride kalan baba: ''''Ne kadar cömertsin kızım'''' dedi, ''''Sana bunu yapma kararını verdiren ne?...'''' ''''Baba... Annemle birlikte bana bu parayı verdikten sonra ''''Seni ençok mutlu edecek şeyi al'''' demediniz mi?..'''' ''''Tabii öyle dedik, tatlım!...'''' ''''Bende aynen öyle yaptım baba... Şuanda ne kadar mutlu oldugumu biliyor musun?...

alıntı

Asla Unutulamayacak Bir Olay


Bu olay 14 ekim 1998 de kıtalar arası bir uçuş esnasında gerçekleşmiş.
“Bir kadın, uçakta zenci bir adamın yanında oturuyordu. Durumdan rahatsızlığını belli edercesine, hostesten başka bir yer bulmasını istedi, zira öylesine antipatik birinin yanında oturamazdı. Hostes, tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta yer olup olmadıına bakacağını söyledi.
Diğer yolcular şaşkınlık ve tiksintiyle olayı izliyorlardı, bu kadının sadece terbiyesizliğine değil, bir de birinci sınıfta yolculuğu devam edeceğine şahit oluyorlardı. Zavallı adamcağız çok kötü bir durumda olmasına rağmen cevap vermemeyi tercih etti. Bu yüksek tansiyondaki durumda kadın, birinci sınıfta ve o adamdan uzak uçabileceğinden tatmin olmuş, hostesin dönmesini bekliyordu.
Birkaç dakika sonra geri gelen hostes, kadına:
“Çok özür dilerim geciktim.Birinci sınıfta bir yer buldum; Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. ‘Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz’ dedi ve bu izni verdi.”
Diğer yolcular kulaklarına inanamıyorlardı, bu esnada kadın da bir zafer kazanmış gibi yerinden kalkmaya hazırlandı. Aynı anda hostes, oturmakta olan zenciye dönerek:
“Beyefendi, sizi uçağın birinci sınıfındaki yeni yerinize götürmem için beni takip eder misiniz lütfen? Seyahat firmamız adına kaptan pilotumuz sizden böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için çok özür diliyor.”
Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler.
O yıl, kaptan pilot ve hostes uçaktaki davranışlarından dolayı ödüllendirildiler. Aşağıdaki mesaj, tüm ofislere personelin görebileceği bir biçimde iletildi:
“İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar.”
alıntı

20 Mart 2009 Cuma

Hayatınızdan Gülümseme Eksik Olmasın


Öykü, yüzyıllar önce gözlemlenen bir olayı nakletmektedir:
Bir keşiş araştırma yapmak için bir köye gitmişti.Önce o köyün mezarlığına girdi.Çünkü kültürlerin, yaşam felsefesinin böyle yerlerde gizli olduğuna inanıyordu.
Gözleri birden mezartaşlarının üzerindeki rakamlara takıldı.Mezartaşlarında 5, 867, 900, 20003, 4979, 7,421 örneği, birbiriyle hiç de bağlantısı olmayan rakamlar vardı.Uzun uzun düşündü, fakat bu rakamların anlamını çözemedi Köyün en bilge kişisine gitti, ona sordu:“Nedir bu rakamlar Tanrı aşkına?” dedi.
“Bu rakamların gösterdikleri ay mıdır, yıl mıdır, saat midir?”
Bilge kişi gülümseyerek yanıtladı:“Bizler bebeklerimiz doğduğu zaman, bellerine bir ip bağlarız” dedi.“Yaşamı boyunca her güldüğü an, o ipe bir düğüm atarız.Öldükten sonra ise, bellerindeki düğümleri sayar, düğümün sayısını mezartaşına yazarız.”
Bilge kişi, karşısındaki keşişin birşey anlamadığını görünce açıklamasını sürdürdü:
“Böylece onun ne kadar ‘yaşamış’ olduğunu anlarız.”
Hayatınızdan Gülümseme eksik olmasın.
alıntı

En Güzel Hediye "İyilik"


Kaf Dağı’nın da ötesindeki masal ülkelerinden birinde, harikalar diyarının kraliçesinin bir bebeği olmuş. Harikalar diyarının koruyucuları olan periler ve periler prensesi, küçük bebeğin beşiğinin etrafına birikmişler. Kraliçe etrafındaki perilere dönerek şöyle demiş: “Bu küçük bebeğe en değerli olduğunu düşündüğünüz şeyleri hediye edin!” Birinci peri uyuyan bebeğe eğilip şöyle demiş: “Ben sihirli gücümle sana görenin hayran kalacağı bir güzellik armağan ediyorum. Göz kamaştıracaksın!” İkinci peri şöyle demiş: “Sana öyle güzel ve derin mavi gözler armağan ediyorum ki, gördüğünü anlayacak, seni göreni büyüleyeceksin.” Üçüncü periye gelmiş sıra: “Selvi boylu olacaksın. Senden daha narin bedenli kız olmayacak bu dünyada.” Dördüncü peri eğilmiş beşiğe: “Çok zengin olacaksın. Hiçbir sıkıntın olmayacak.” Periler prensesi, düşüncelere dalmış: “İnsanların güzelliği geçicidir. Gözlerin, yüzün, vücudun güzelliği çiçeklere benzer. Yaşlanınca geçiverir. Zamanla rüzgâr en biçimli palmiyeleri bile çarpıtır. İnsanlar, zenginliğini kendilerine dağıtmayanlardan nefret eder; hepsini dağıtırsa, kendisi de fakir olur.” Bu düşünceler içinde: “Sizin şimdiye kadar bu bebeğe verdikleriniz çok kalıcı olmadı bence” demiş. Periler: “Peki ama başka ne verebilirdik ki?” diye sormuşlar. Periler prensesi: “Ben ona iyiliği bırakıyorum,” demiş. “Güneşin ne kadar mükemmel ve sıcak olduğunu bilirsiniz, ama onun ısıtacak toprağı olmasa sıcak bir kayadan ne farkı kalır? Kalbin saçtığı iyilik de güneş ışığı gibidir; hayat verir. İyiliğin olmadığı güzellik, kokusu olmayan çiçek gibidir. İyiliğin olmadığı zenginlik, bencillikten farksızdır. İyiliğin olmadığı aşk yok eder, kavurur. Sizlerin armağanları geçiciydi, iyilik ise kalıcıdır. Sonsuz bir kuyuya benzer. Ne kadar çok su çekersen, o kadar çok sulu olur, o kadar bereketli fışkırır. İyilik, dünyada tek tükenmeyen şeydir.” Sonra, periler prensesi uyuyan bebeğe doğru eğilmiş ve dua etmiş: “Kalbin sıcak olsun küçük bebek, iyi ol!”
alıntı

Üzüntüsüz Yaşama Sanatı


Epiktetos yirmi asir önce demistir ki: "Kader önünde sonunda söyle veya böyle günahlarimizin bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarinin bedelini öder. Ektigini biçer. Bunu bilen adam kimseye kizmaz, gücenmez, kimseyi asagilamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz. Bunu bilen adam karsilastigi aksiliklere sasmaz. Önüne çikan maddi-manevi engellerin kendi günahlarindan baska bir sey olmadigini bilir." Düsmanlarinizi düsünmek için ayiracaginiz bir dakika bile düsmanlarinizdan daha degerlidir. Nefret ve intikam hissi size büyük zararlar verir. Aristo söyle diyor: "Ideal insan iyilik yapmaktan zevk alir. Kendisine iyilik yapilirsa mahcubiyet duyar. Çünkü iyilik yapmak üstünlük isareti, bir iyilige muhtaç duruma düsmek zaaf isaretidir." Karsilasacagimiz nankörlükten dolayi üzülmemek için hazirlikli olalim. Karsilik beklemeden iyilik yapalim. Mutluluk minnet beklemekte degil, minnet gösterilmesinden rahatsizlik duyulacak olgunluga erismektir. 8 Özel Armagan 1) Dinleme... Ama gerçekten dinleyin. Kesmeden, hayal kurmadan, vereceginiz cevabi düsünmeden... Can kulagiyla dinleyin. 2) Sevgi... Kucaklamalar, öpücükler, sirt sivazlamalar ve el tutmalar konusunda cömert olun. Bu ufak hareketler, aileniz ve dostlariniza olan sevginizi daha açik göstermenizi saglayabilir. 3) Kahkaha... Fikra anlatin, neseli hikâyeleri paylasin. Bu armaganiniz "seninle birlikte gülmeyi seviyorum" anlamina gelir. 4) Yazili bir not... Basit bir "Yardimin için tesekkürler" notu, ya da belki bir siir... Kisa, elle yazilmis bir not bazen ömür boyu hatirlanir. 5) Iltifat... Basit, içtenlikle söylenen bir söz ("Bu renk sana ne çok yakismis", "Harika bir is çikardin", "Yemek nefis olmus" gibi) karsinizdakinin içini aydinlatir. 6) Iyilik... Her gün, rutininizi kirip birisine hos, nazik bir sey yapin. 7) Yalnizlik... Bazen tek istedigimiz yalniz kalmaktir. Bu anlara duyarli olun ve ihtiyaci olana yalniz kalma armaganini verin. 8) Neseli bir yapi... Birine tatli bir söz söylemek gibisi yoktur. Selâm vermek veya tesekkür etmek o kadar zor mu?
alıntı

Çamaşırlar


Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşinmişlar. Sabah kahvalti yaparlarken, komşu da çamaşirlari asiyormuş. Kadin kocasina '' Bak, çamaşirlari yeterince temiz değil, çamaşir yikamayi bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmiyor. '' demiş. Kocasi ona bakmiş, hiçbir sey söylememiş, kahvaltisina devam etmis. Kadin, komşusunun çamaşir astiğini gördüğü her sabah ayni yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşirlarinin tertemiz olduğunu gören kadin cok şaşirmis, bak demis kocasina '' çamaşir yikamayi öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?'' ''Ben bu sabah biraz erken kalkip penceremizi sildim'' diye cevap vermiş kocasi. Hayatta böyle değil midir ? Başkalarini izlerken gördüklerimiz, baktiğimiz pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlidir. Birini eleştirmeden ve hemen yargilamaya davranmadan önce zihin durumumuza bakmak ve ''iyi'' olani görmeye hazir olup olmadiğimizi farketmek güzel bir fikir olabilir !...

alıntı

Neydi Mutluluk?


İnsanların birbirlerine toplu olarak gönderdikleri e-postalara hiç bir zaman ısınamadım. İçinde yazılanlar ne kadar anlamlı, ne kadar komik ya da ne kadar önemli olursa olsun hepsi okunmadan silinirler çok büyük olasılıkla. Gerçekten okumama değer bişeyse ben bir şekilde okurum ya da bir arkadaşım mutlaka ''bana özel'' bir şekilde bildirir bunu. Geçen gün posta kutumda konusu "Mutluluk" olan ve başında ''Fw:'' ibaresi olmayan bir e-postayı acaba ne diyerek açtım. Durumu farkedip hemen silecek iken e-postayı, bu iki fotoğrafı gördüm. Bir an duraksadım. Bakmaya devam ettim fotoğraflara. Neler geçti içimden, neler düşündüm o kısa anda.Sahiden neydi mutluluk bizim için?Çoğu zaman para çoğumuz için. Mutluluk paraya endeksli bir meta haline dönüştükçe kaybettik belki de mutluluğumuzu. Paramız olsaydı her şey daha güzel olacaktı, daha mutlu olacaktık... diyerek kandırdık kendimizi. Başka ülkeler görmek, farklı kültürler tanımaktı bazımız için mutluluk. Her gittiği ülkede yeni hayatlar keşfetmek, bilmediği şeyler öğrenmek. Favori mekanlar hep bilindik yerler oldu hayallerimizde dahi. Londra, Paris, Amsterdam, New York, Tibet, Hindistan, Uzakdoğu vs...vs... Ben hep ismi duyulmamış yerlere gitmeyi hayal etmişimdir. Haritadan tesadüf eseri seçip bilinmeze doğru gitmek. Bazı zamanlar hepimiz için mutluluk tek bir kişi olur. Dünya denilen bu gezegende bizim için hayat onunla başlamıştır. Başka da insan yoktur zaten onun dışında bu gezegende. Sevilmeye layık tek varlıktır o. Gülüşü, gözleri, sözleri, söylemedikleri, yalanları, kıskançlıkları. Ne mükemmel bir varlıktır o. Derken an gelir şey manasını yitirir. Nasıl tahammül etmişim? Hep yalan söylerdi zaten. Hiç güzel/yakışıklı değildi zaten. Bu ve bunun gibi daha pek çok anlamsız sorularla, sitemlerle rüyadan uyandırırız kendimizi bir dahaki rüyaya kadar. Aşkın da tıpkı mutluluk gibi içini boşaltarak, aşkların bile sıradanlaştığı bir dönemde yaşıyor olmanın faturasını ödüyoruz.Mutlu olmak için başarılarla dolu bir kariyer sahibi olmak lazım. Öyle değil mi? Yarış atı sendromu yaşıyoruz hepimiz, çocukluk ve gençlik çağlarımızda, en güzel yıllarımızda. Ödevlerimizi yapmamız da yetmiyor, dershanelere gidiyor, seviye belirleme sınavlarına girip çıkıyoruz mütemadiyen. İlköğretimde geçen yıllardan liseye geçiş yapınca da bir şey değişmiyor. Bu sefer hayatımızın sınavına(!?) hazırlanıyoruz. Üniversitede de çok çalışmak gerek. Ve işte üniversite bitti. Şimdi iş bulmak lazım. Yeni mezun olarak çok çalışıp kariyer yapmak gerekli. Sonra kariyer basamaklarını sırasıyla yükselmek, yükselmek, yüksel, yük... Hayatımızın en güzel yılları da bu şekilde geçiyor mutlu olmak namına!Ailemiz. Mutluluk kaynağımız. Annemiz bizi hep dinler. Bizden çok bizi düşünür. Babamız ailesi için her türlü fedakârlığı yapar. Abimiz, ablamız bizi hep sever, korur. Ne bahtiyarızdır onların yanında. Ne kadar idealize ettim değil mi? Böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Ailelerde de işler hep iyi gitmeyebiliyor. En mutlu gözüken aileler de bile ne kasırgaların koptuğunu sadece aile fertleri bilir. Ailelerimiz özeldir hepimiz için. Öyle de olması gerekiyor bence. Ama mutluluğu ailede aramak, bence onlara haksızlık yapmakla eşdeğer oluyor. Yaşanan acı tatlı her şeyden sonra birbirinin kıymetini bilmek aslolan.Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim diye boşuna denmemiş. Kendimizin bile anlam veremediğimiz davranışlarımıza anlamlar yükleyip yol gösteren, başarılarımızda arkamızda gururla gülümseyen, ihtiyacımız olduğunda yanımızda dimdik duran ve yanlışlarımızda karşımıza geçip en acı gerçekleri, küfürleri esirgemeyen dostlarımız. Onlar ki, varlıkları çölün orta yerinde kana kana buz gibi sulardan içmeye, yoklukları ıssız maviliklerde pusulasız yönümüzü tayin etmeye benzer. Ama ya kaybettiklerimiz? Söylenen yalanlar, oynanan oyunlar. Daha çoğaltabilirim bunları belki ama gerek yok. Çünkü mutluluk, hepsi ve hiç birisi aslında ne yazarsak yazalım. Güzel 1 insan şöyle yapmıştı bir yazısında mutluluğun tanımını: "Anlık 1 zaman dilimi içinde ihtiyaç duyduğunuz şeyin gercekleşmesiyle hissettiğiniz duygudan ibarettir ve insanı yaşama bağlayan en güçlü duygulardandır." Kesinlikle katılıyorum. Ama bir kaç şey eklemek istiyorum. Mutluluk aslında çok basit şeylerle de mümkün. Bir çocuğun küçücük bir oyuncakla mutlu olması gibi, bir ihtiyarın sıcak bir kap yemekle yüzüne yerleşen tebessümde olduğu gibi. Sanal* ihtiyaçlarımızı, sanal aşklarımızı, sanal arkadaşlarımızı, sanal ilişkilerimizi bir kenara bırakıp gerçekten ihtiyaç duyduklarımızla, bizi gerçekten sevenlerle, yalansız gerçeklerle yaşadığımız ve basit şeylerle mutlu olmayı becerebildiğimiz sürece mutluluk bize çok yakın. Önce kendi içimizde mutluluğu hissetmeli, yaşamalı. Sonra da bunu herkesle ve her şeyle sevgiyle paylaşmalıyız. O zaman bu dünya daha yaşanabilir bir yer haline gelir belki.

alıntı..

Başarının Sırrı Kendi Kalbimizdedir


İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı.Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. ‘Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsiz eden bir şey olduğu belli. Benimle Paylaşmak ister misin?’ diye sordu yaşli adam. İşadamının yakınmalarını dinledikten sonra da, ‘Sana yardım edebilirim’ dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı.Çeki ona verirken de şöyle dedi: ‘Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al’ dedi. Ve yaşli adam geldiği gibi hizla gözden kayboldu.İşadamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller’e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına.‘Tüm borçlarimi hemen ödeyebilirim’ diye düşündü.John Rockefeller’e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı.Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapilan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti. Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulmuş hatta para kazanmaya bile başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire ‘Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir’ dedi. ‘Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor’ diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı.İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden, hayatının akışını değiştiren şeyin para olmadığını fark etti.Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı. Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok.

alıntı

Kırmızı İbikli Küçük Tavuk


Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük bir tavuk yaşarmış. Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel çiftlikte çok mutlu bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş ve bunları ekerek daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak nasıl ekeceğini bilmediği için arkadaşlarından yardım istemiş:''- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım edecek ?''Ördek cevaplamış:''- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim. Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve istediğin kadar buğday alırsın.''Domuz oradan seslenmiş:''- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen ürünlerini ben satın alırım.''Fare hemen atlamış:''- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek için gereken parayı sana borç verebilirim, sonra ödersin.'' Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli şirin tavuk, bu sözler sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan vazgeçmiş. Ancak kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım istemiş: ''- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?''Ördek:''- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi için gereken gübreyi sana satabilirim'' demiş.Domuz:''- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri zararlı böceklerden korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana satarım'' demiş.Fare de:''- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana borç olarak veririm '' demiş.Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış, çalışmıııııış çalışmış.Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:''- Kahveleri satmama kim yardım edecek?''Ördek:''- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve paketlemek için benim fabrikama getirmelisin.''Domuz:''- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve ektiği için kahve fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.''Fare:''- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana verdiğim borçları ödemen lazım.''Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına varmış ve buğday yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu anlamış, çünkü borç içinde imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan ölmemek için yine yardımistemiş:''- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?''Ördek:- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.''Domuz:''- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği için buğday eken de kalmadı, yiyecek yok.''Fare:''- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını ödemediğin için para yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk olursan, belki senin o tarladaboğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday yetiştirmene izin verebilirim.Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz, artık farenin olan eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını doyurmaya çalışıyor.


alıntı

Hiçbir Şeyi Ertelemeyin!


Günümüzde yüksek binalara genis otobanlara sahibiz, fakat daha az karaktere ve daha dar bakis açisina.Daha çok harciyor ama daha az zevk aliyoruz.Daha büyük evlere sahibiz, ama daha küçük ailelere.Daha çok yapacak islerimiz, fakat daha az zamanimiz.Daha çok bilgiye sahibiz, daha az dogru kararlar veriyoruz.Daha çok ilacimiz var, ama daha az saglikliyiz.Servetimizi çogalttik, fakat degerlerimizi azalttik.Çok fazla konusuyor, çok az seviyor, ve çok fazla nefret ediyoruz.Aya gidip geldik, ama sokagimizin karsisindaki komsumuza gitmekte zorlandik.Disimizdaki alanlari fethettik, fakat içimize ulasamadik.Daha çok gelirimiz var, fakat daha az moralimiz.Daha özgürce harcayacagimiz zamanimiz var, fakat daha az zevk aliyoruz.Daha çok yiyecege sahibiz, fakat daha az besleniyoruz.Her eve iki maasin girdigi, fakat bosanmalarin arttigi günlerdeyiz.Daha iyi evlerin, fakat daha çok yikilmis yuvalarin oldugu zamandayiz.Bu nedenlerle sunlari öneriyorum ;Hiçbir seyinizi özel bir an için saklamayin, çünkü yasadiginiz her an özeldir.Arastirin, daha çok okuyun, verandaniza oturun ve hayranlikla hiçbir çaba sarfetmeden sahip oldugunuz manzarayi seyredin.Ailenizle ve arkadaslarinizla daha fazla zaman geçirin, sevdiginiz yiyecekleri yiyin ve begendiginiz yerleri ziyaret edin.Hayat sadece yasami sürdürme degildir, zevkli dakikalardan olusan bir zincirdir.Kristal kadehlerinizi kullanin, en sevdiginiz parfümünüzü saklamayin ve her istediginizde kullanin.Sözlügünüzden "günün birinde" ve "bir gün" gibi kelimeleri çikarin.Ne zamandir düsündügünüz mektubu yazin.Ailemize ve arkadaslarimiza onlari ne kadar çok sevdigimizi söyleyelim.Hayatiniza zevk ve kahkaha katacak hiçbir seyi ertelemeyin.Her gün, her saat ve her dakika özeldir, ve siz bunun sizin için son olup olmadigini bilmezsiniz.
alıntı

Dört Mum


Dört mum yavaşça yanıyordu,ortam çok sessizdi ve konuşmaları duyuluyordu..1. mum konuştu:-Ben "barışım" dedi.Hiç kimse benim yanık kalmamı istemiyor biliyorum kisöneceğim dedi.kısa bir süre sonra alevi azaldı ve söndü.2. mum konuştu:-Ben "inancım" dedi.İnsanlar nerdeyse beni artık gerekli görmüyorlar o nedenle artık bana gerek yok dedi,kısa bir süre sonra alevi azaldı ve söndü.3.mum konuştu:-Ben "sevgiyim "dedi. Yanık kalmam için artık gücüm yok,insanlar beni bir kenara itdi ve önemimi yitirdi.Kendilerine en yakın olanları bile sevmeyi unuttular dedi.kısa bir süre sonra alevi azaldı ve söndü.Ansızın bir çocuk odaya girdi ve üç mumun yanmadığını gördü.-Neden yanmıyorsunuz?-Sizin sonsuza kadar yanmanız gerekir dedi ve ağlamaya başladı.4. Mum çocuğa döndü:-Korkma ben hâla yanıyorum.diğer mumları yeniden yakabilirim.Ben"umudum"dedi.Parlayan gözlerle çocuk umut adlı mumu aldı ve diğer mumları tekrar yaktı.

alıntı

Bir Gün Bir Adam


Ateist bir adam bir gün ormanda geziyor ve etrafındaki güzelliklerebakıyormuş.Evrim ne güzellikler yaratıyor! diye düşünüp mest oluyormuş, ** Birden arkasında kocaman bir ayı belirmiş ve onu kovalamaya başlamış.Adam bütün gücüyle kaçıyormuş ama her arkasına bakışında ayının dahahızlı olduğunu fark ediyormuş. Dakikalarca süren bir kaçışın sonunda adamın ayağı yerdeki bir dala takılmış, ayı adamın üzerine atlamış, pençesini kaldırmış, tam vurmaya hazırlanırken adam ''Allahım! diye bağırmış.Bir anda zaman durmuş ayı donmuş, ormandaki nehir bile akmaz olmuş biranda orman kararmış ve gökyüzünden bir ışık huzmesi adamın üzerine parlamış.Çok derinden gelen ilahi bir ses adama; **''Yıllarca bana inanmadın, yaratılışı kozmik bir kazaya bağladın, sanabu durumda yardım etmemi mi istiyorsun? Seni sevgili bir kulum mu saymalıyım?'' demiş.**Adam utanç içinde: ''Biliyorum bunca yıldan sonra dindar biri olmayı
istemem haksızlık, ama hiç olmazsa ayıyı dindar yapabilir misin?'' demiş. **''Peki'' diye karşılıkvermiş ve ışık kaybolmuş. **Nehir tekrar akmaya başlamış her şey eski haline dönmüş.Ayı iki pençesini de göğe doğru çevirmiş ve konuşmaya başlamış;**''Allahım, senin rızkınla orucumu açıyorum, hamdolsun bana verdiğinnimetlere... :)

alıntı

Topallayan Yürekler


"Fiziki sakatlıklar hemen dikkatimizi çeker. Mesela topallayan bir bacağı asla gözden kaçırmayız, ancak topallayan yürekleri de asla fark etmeyiz! Herkese bir soru sormak istiyorum: Bir kör, sağır, ya da tekerlekli sandalyeye mahkûm bir engelli gördüğümüzde içimizden geçen ilk duygu nedir?.. Acırız... İçin için "vah vah" çeker, "zavallı" gibisinden mırıldanırız.

Halbuki bizden beklenen "acıma" değil, "anlama." Fakat heyhat: Kendini anlamayan başkasını nasıl anlasın. Biz ne kendimizi anlıyoruz, ne de birbirimizi. Bu yüzden hayat gitgide anlamsızlaşıyor. Çünkü sadece zorluklarını, olumsuzluklarını, kirli yanlarını yaşıyoruz. Oysa hayatta bir sürü güzellik de var: Mesela güller açıyor, çocuklar gülümsüyor, yıldızlar göz kırpıyor, yağmur yağıyor, güneş doğuyor. Hayatın kışı ayrı, yazı ayrı güzel; denizin durgunu farklı, dalgalısı farklı güzel. Ancak bu güzellikleri fark edebilmek için görebilmek lazım. Şayet görmüyorsak, bir anlamda görme engelli sayılmaz mıyız? Kuşların rengi ve ahengi, uçuşu da, ötüşü de ayrıdır... Yazın ayrı, kışın ayrı öter kuşlar. Ama her sabah kuş orkestrasının ahenkli ritmiyle uyanmak sadece duymayı bilenlere mahsus bir imtiyazdır... Yazık ki çoğumuz kuşları duymuyoruz... Kuşları duymadığımız gibi, eşimizi ve çocuklarımızı da (dinlemiyoruz ki) duymuyoruz... Bir anlamda işitme engelli sayılmaz mıyız? Sevmekten korkuyoruz. Sevsek bile bunu saklıyoruz... Annemiz, babamız, eşimiz ve çocuklarımız onları ne kadar sevdiğimizi bilmiyorlar, çünkü sevgimizi söylemeyi zaaf sayıyoruz. Bir anlamda sevgi engelli sayılmaz mıyız? Sevdiklerimizin gönlünü alacak güzel sözler söylemiyoruz... Bir anlamda konuşma engelli sayılmaz mıyız? Elimizdeki güzelliklerle zenginlikleri fark etmediğimiz için, mutluluğu uzaklarda arıyoruz... Bir anlamda zeka engelli sayılmaz mıyız? Sevgilerimizle birlikte kızgınlıklarımızı, küskünlüklerimizi de saklıyor, duygularımızı salt kendi içimizde yaşıyoruz. Bunu izah için de "kol kırılır yen içinde kalır" diyoruz. (Kol kırılıp yen içinde kaldıkça, kemik yanlış kaynıyor, böylece bir uzvumuz daha çarpılıyor) Bir anlamda cesaret engelli sayılmaz mıyız? Farklı inanan, farklı düşünen, farklı giyinen, farklı yaşayan insanları kabullenemiyor, sosyal hayattan dışlamaya kalkışıyoruz... Bir anlamda saygı engelli sayılmaz mıyız? Ve hep yakınıyor, sadece şikâyet ediyoruz: Yani şükür engelliyiz! Bu anlamda engelli sayımız yedi buçuk milyon değil, belki de yetmiş buçuk milyon!.. Yaşamı idrak etmeden yaşayıp gidiyoruz işte!"

alıntı

10 Mart 2009 Salı

İstediğin Gibi Yaşayamazsın...


Henuz 18 ini yeni bitirmistin, enerji ve umutla dolu hayata baslamaya hazirdin... Ne oldu? Istemedigin bir okula girdin. Insanlari mutlu etmek, saygi kazanmak, sevilmek için... Sevmedigin bir bölümde senelerini harcadin.... Ayaklarini sürüye sürüye gittin derslere... Çalismak istemedin... Ama yine de zorladin kendini... Güç bela bitirdin sonunda... Ne ailen, ne de arkadaslarin görmedi yaptigin fedakarligi... Alkislamadilar seni, omuzlarinin üzerine çikarmadilar, madalya takmadilar... Enerjin çoktan tükenmeye basladi bile... Kimse bilmez nasil kendini feda ettigini... Ruhunu teslim ettigini... Gençligini tükettigini... Simdi is bulman gerek...Para kazanman, araba alman, ev alman gerek..... Istemedigin bir ise girdin... Böyle olmasi gerekiyor diye... Sirf çevrendekiler bekliyor diye... Insanlari mutlu etmek, saygi kazanmak, sevilmek için... Sabahin köründe gidiyorsun ise...Sevmedigin insanlar ile gününü harciyorsun... Heyecan duymadigin islerle zamanini geçiriyorsun... Yarinin gelmesinden nefret ediyorsun... Sevildigini hissettin mi peki? Ya saygi? Bitti mi insanlarin istekleri? Özgür müsün artik? Hayir hala özgür degilsin... Simdi evlenmen gerek... Öyle ya yasin geçiyor, evde mi kaldin ne? Ariyorsun etrafinda uygun birisini,artik evlenmeliyim diyorsun... Acaba gerçekten istiyor musun? Sana uygun birisini buldun iste, boyu boyuna, meslegi meslegine, parasi parana göre... Peki ya kalbin? Dügününden bir gece önce sessizce itiraf ettin kendine, ya dogru kisi degilse? Belli ki hazir degildin bu evlilige... Evlenmek için evlendin... Insanlari mutlu etmek, saygi kazanmak, sevilmek için... Mutlu oldun mu peki? Kalbin heyecanla doldu mu? Aksam eve kosarak döndün mü? Sevildigini hissettin mi? Sevistin mi tüm varliginla? Daha evleneli bir sene dolmadi, insanlar çocuk demeye basladilar... Istedin mi gerçekten bir çocuk sahibi olmayi? Hazir misin bir canliyi yetistirmeye? Söyle bana ne verebilirsin bu küçük insana? Hayati kendi gözlerinle hiç yasadin mi? Ne istedigini biliyor musun? Ya istemedigini? Hiç risk aldin mi? Sen hiç kendin için bir sey yaptin mi? Çocugun bir gün sorarsa Özgürlük Nedir? Ne cevap vereceksin? Sen hiç özgürlügü yasadin mi? Evliliginde problemler yasiyorsun... Sevmedigin bir insanla cehennemi paylasiyorsun... Bosanmak fikri kafana gelip gelip gidiyor... Cesaret edemiyorsun... Insanlar ne der diyorsun... Gene kendi duygularinin üzerine bir duvar örüp baska insanlar için evliliginde kaliyorsun.... Fedakarligini gören biri var mi? Yasadigin izdirabi senin gibi yasayan? Korkularin seni hapsetmis, her geçen gün etrafina bir duvar daha örüyorsun. Sevilmeme korkusu, yalniz kalma korkusu, basarisiz olma korkusu, sayginligini yitirme korkusu ve daha neler neler... Hayatinda hiç korkmadigin bir gün oldu mu? Cesaretle atıldın mı hiç, ya bilmedigin bir dünyaya girdin mi? Sevilmemeyi göze aldin mi hiç? Gülünç duruma düstün mü? Agladin mi doyasiya, insanlara aldirmadan? Aci çektin mi hiç, hani ölecegini düsünecek kadar... Ve iyilesmeyi basarabildin mi hiç? Yas erdi kemale diyorsun, bu saatten sonra benden ne köy olur ne klavuz. Umutlarin tükenmis, hayallerin yikilmis... Koca bir ömür baska insanlarin kontrolü altinda geçip gitmis. Alismissin artik bu düzene, artik istesemde çikamam diyorsun... Ve gene kendin için bir seyler yapmaktan vazgeçiyorsun... Ne olurdu istedigin okula gitseydin... Kim ne derse desin, ressam olsaydin... Müzisyen, Arkeolog, Sanatçi, Sporcu olsaydin... Hayattaki büyük adimlari ancak hazir oldugunda sen istedigin için atsaydin... Ne olurdu biraz risk alsaydin? Biraz kendine güvenseydin? Biraz kendine inansaydin? Ne olurdu seni çepeçevre saran zincileri kirip, önünde ki duvarlari asip, kendin olabilmeyi basarsaydin? Kim! ne diyebilirdi sana? Gene kimse madalya takmazdi, gene kimse alkislamazdi, gene kimse seni omuzlarinin üzerine çikarmazdi... Ama sen kendine saygi duyardin! Haydi su anda su dakika bir daha bak hayatina... Bu sefer kendin için bir seyler yap... Birak insanlar sevmesin seni, Birak senin mutsuzlugundan mutlu olmayiversinler Birak takdir etmesinler, onaylamasinlar Birak dedikodunu yapsinlar, itiraz etsinler... Hayatinda bir kere olsun bu riski al! Istedigin meslegi yap... Zevk al ürettigin isten... Uçarak git isine... Keyif al birlikte çalistigin insanlardan... Yasamini kendin SEÇ ve MUTLU OL seçtigin bu yasamdan... Istedigin insan ile istedigin zamanda evlen... Ister 20 inde ol, ister 50 inde... Senden baska kim bilir dogru insanin kim oldugunu ve Dogru zamanin ne zaman oldugunu? Dinleme baskalarini... Evlenmek için hiç bir zaman geç sayilmaz... Ve hatta istiyorsan asla evlenme... Bu yasam senin! , ve izdirabini da, mutlulugunu da yasayan tek sensin.... Istedigin zaman çocuk yap... Kendini hazir hissettiginde, yasama bir canli getirmek istediginde ve o çocuga verecek bir seylerin oldugunda... Ve hatta istemezsen hiç çocuk yapma... Istiyorsan baska bir sehre tasin, baska bir ülkeye, baska bir kitaya... Mecbur degilsin bu sehire tıkılıp kalmaya...


Istiyorsan yeniden okula basla, yeni bir meslek, YENİ BİR HAYAT YENi BEN Diyerek KENDİN İÇİN YAŞA... Simdi soruyorum sana... NE ZAMAN KENDİN İÇİN BİRŞEYLER YAPACAKSIN???


CAN DÜNDAR

Semek Mi, Sevilmek Mi?


Genç kız nihayet uyanmıştı. Tüm gece boyunca uyumuştu. Gözlerini ovuşturdu. Elbiselerini düzeltti. Şaşkındı.- Neredeyim ben? Siz kimsiniz?- Demek dün gece neler olduğunu hatırlamıyorsun?- Çok içtiğimi hatırlıyorum o kadar...- Evet, kapıyı sana açtığımda çok sarhoştun gerçekten. Kapıyı açar açmaz bana ilk söylediğin söz suydu:"Ben Tanrı'nın hediyesiyim" Genç kız bu söz karşısında utancını gizleyemiyordu. Bir şeyler söylemek istiyor ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Şaşkınlığını biraz olsun gizlemek için:- Peki ya sonra ? dedi.- İşin doğrusu ben Tanrı'dan böyle bir hediye beklemiyordum. Şaşırdım bir an. Gerçeği arayan birisine senin gibi bir serabın gösterilmesi doğal gelmedi bana. Ben bunları düşünürken sen de şu anda yattığın yerde sızıp kaldın zaten.- Dün geceden beri yerde mi yatıyordum? Diye sordu şaşkınlıkla.- Evet, düşüp sızdığın yerden kaldırmadım. Biliyorsun seraba dokunulmaz. Bütün gece Tanrı'nın seni almasını bekledim. Ama görüyorsun ki hala gelmedi. Sahi söyler misin sen hangi Tanrı'nın hediyesisin böyle?Ferda sitem dolu bir utangaçlıkla:- Lütfen benimle alay etmeyin, dedi.- Alay etmiyorum. Sadece seni anlamaya çalışıyorum. İstersen önce sana bir kahve yapayım da kendine gel. Kemal kahveleri getirdiğinde Ferda biraz olsun kendine gelmişti. Üzerindeki yabancılığı atmaya, doğal olmaya çalışıyordu.- Benim adim Ferda. İki sokak ilerideki sitelerde oturuyorum. Dün gece için özür dilerim. Arkadaşlarla yasadığım bir çılgınlıktı o kadar. Çok utanıyorum.- Ben de Kemal. Bu evde tek başıma yaşıyorum. (Bir an duraksadı Kemal). Senin hakkında ne düşündüğümü merak ediyorsun değil mi?- Biraz öyle...- Hiç... Hiçbir şey düşünmedim.- Neden?- Özel olarak hiçbir insan üzerinde düşünmem pek.- Gecenin yarısında kapını çalıp evinde yatan bir kız hakkında bile mi?- Evet...- Çok garip bir insansın.Kemal sustu... ve sonra- Söylesene maskeli bir baloda insanların gerçek yüzlerini tanımak mümkün müdür sence?- Tabii ki değil.- İşte şu toplumda gördüğün bir çok insan ve sen... Hepiniz maskelerinizle yaşıyorsunuz. Su toplum maskeli bir balodan farksızdır bence. Hem de zamana, kişilere ve olaylara göre her an değişen maskelerin kullanıldığı bir balo... Bu yüzden pek anlamlı gelmiyor bana insanlar üzerinde düşünmek.- Kendini soyutluyorsun insanlardan.- Öyle de denebilir. Zaten toplum ferdin en büyük düşmanıdır bence. Bu yüzden insanlardan hiçbir şey almamayı yeğliyorum. Buna rağmen her şeyimi vermeye de hazırım onlara.- İnsanların sevgisini de reddeder misin, örneğin?- En başta onu. Bugünün sahte sevgileri bir insanin kalbini yaralamak için seçilen en tehlikeli yoldur.- Ama insan hiç sevilmeden yasayamaz ki...- Bunda yanılıyorsun. İnsan sanıldığının aksine sevilerek değil severek yaşar. İnsan sevilmek ihtiyacında olan zayıf bir varlık değildir. Kısacası sorun bence sevilmek değil sevmektir.- Sevdiğin halde sevilmiyorsan?- Sevilmek senin sorunun değil onun sorunu. Bence sevmek bir insanı kendi içinde hissetmendir. Sevilmek ise kendini bir insanin içinde hissetmen. Anlayabiliyor musun? Sevmek seni zenginleştirir, sevilmek değil. Bunu evreni kapsayacak şekilde de düşünebilirsin.- Nasıl yani?- Evrensel anlamda sevmek kainatı kendinde seyretmek, sevilmek ise kendini kainatta seyretmektir. Ferda'nın kafası karışmıştı. Hiç bu kadar derinlemesine düşünmemişti sevgi üzerine.Bunu fark eden Kemal:- Bunları bir anda anlamak sana güç gelebilir. Ama biraz düşünürsen umarım anlayabilirsin. Şunu unutma ki insanlık bugün ikinci tas devrini yaşıyor. Birinci taş devrinde insanlar yumuşacıktı. Sevgi sayesinde her şey yumuşacıktı. Sadece evleri ve aletleri taştandı. Simdi ise her şeyimiz yumuşacık, yüreklerimiz taş gibi. Hatta taştan da katı. Çünkü öyle taslar vardır, üzerlerinde otlar yetişir ve öyleleri de vardır ki... Kemal'in gözleri nemlendi bunları söylerken. Yılların acılarını, ihanetlerini, buruklukların, kelimelere döküyordu aslında. Ağlamaklı bir hale dönüşüyordu sesi kesik kesik...Uzun bir sessizlik oldu. Bütün bir hayat şeridi geçti Ferda'nın gözleri önünden. Eğer Kemal'in anlattıkları doğruysa sevgi hiç olmamıştı hayatında. Bir anda gözleri duvarda bir çerçevede olan mısralara takıldı:"Donuk sevgiler çağındayız Sıcak sevgiler cehennemde yanıyor Sevgi... Yaşanmayacak kadar güzel, Fark edilmeyecek kadar sade, Duyulmayacak kadar doğaldır."Kemal duvarda ağlayan bir çocuk portresi gösterdi Ferda'ya:- Biliyor musun bir çocuğa verilecek en değerli besin şefkattir. Ve de cesaret. Bunlar öyle hassas bir dengeye sahiptir ki, denge bozuldu mu işte şu insanları görürsün karşında... Şefkat ve cesaret kurbanları... Kimileri aşırı şefkatin yanında cesaretsiz büyütülürler. Bu insanlar küçücük bir dünya kurmak isterler kendilerine. Güçsüzdür bu insanlar, kolayca kırılırlar. Dünya çok acımasızdır öylelerine göre... Kendilerini sevecek birilerini ararlar hep. O kadar yoğunlaşırlar ki bazen şiddetli bir arzuyla birine doğru akmak isterler. Cesurca sevemezler. Cesareti öğrenememiştir bu insanlar. Öte yandan da cesur insanlar... Dünyayı bile devirebilirler. Ama basit bir sevgi oyunuyla kolayca yıkılıverirler. Dünyayı titretecek cesareti taşıyan bu insanlar kalplerine dokunan bir parmakla diz üstü çöküverirler yere. Ve su sözleri duyar gibi olursun onlardan: " Dağ düştü üstümüze Yıkılmadık ama İnsan değdi tenimize Acısı yıktı bizi...! Cesaret onları o kadar sertleştirmiştir ki sevdikleri insanı kolları ile kalpleri arasında neredeyse öldürür.Kemal sustu birden. Ferda bir şeylerin olduğunu hissetmişti. Çözmek istiyordu Kemal'i.- Niye sustun?- Bana ne şefkati öğrettiler nede cesareti.- Ama tüm bunları biliyorsun sen- Nasıl olduğunu merak ediyorsun değil mi, anlatayım. Bir an durdu sonra:- İnsanların nefretinden sevgiyi, ihanetlerinden sadakati, korkaklıklarından cesareti öğrendim.- İnsanlar bu kadar acımasız mi? Gerçekten seven insanlar yok mu hiç?- Bırak sevgilerini gülmeleri bile doğal değil onların. Seni senin için değil kendileri için severler. O kadar iyi o kadar güzel ve o kadar haince severler ki hayran olmamak elde değil biliyor musun? Sevgi ve ihaneti sanatsal bir uyarlamayla o kadar güzel sahneye koyarlar ki son sahnede öleceğini bile bile seyredersin oyunu. Mükemmel bir katildir onlar. Seve seve öldürürler seni. Dudaklarından sevgi sözcükleri yükselir. Yapacağın tek şey gözlerini kapatıp sevgi atmosferi içinde sevgi sözcüklerinin sağanak yağmuru altında ölümü beklemendir. Anlıyor musun?- Sen sevilmekten korkuyorsun- Belki...- Neden? - Neden mi? Ben her insani kalbime misafir edebilirim, sevebilirim yani. Kalbimden eminim çünkü. Sevdiğim insani rahatsız edecek hiçbir şey yok kalbimde. Ama kimsenin kalbine girmek istemem. Çünkü bilmiyorum nelerle karsılaşacağımı. Bilmiyorum hangi tuzaklar bekliyor beni. Ve bilmiyorum o insan bunlardan haberdar mı?- Fikirlerimi alt üst ettin. Her şey karıştı. Sevmek sevilmek, nefret sevgi... Hatta şu ana kadar gerçekten yaşayıp yaşamadığımı düşünüyorum.- Aslında sana anlattığım her şeyi kendinde bulabilirsin.- Nasıl?- Kendini tanıyarak... Yalnız kaldığın anlarda...- Yalnızlıktan kaçmışımdır hep...- Yalnızlıktan kaçmak kendinden kaçmaktır. Bir düşünsene, doğarken de yalnızsın, ölürken de. O halde yasarken yalnızlıktan kaçmak anlamsız değil mi?- Yalnızlıkta insan ne bulabilir ki sıkıntı ve boşluktan başka?- Kendini gerçekten tanıyabilseydin uzaydaki derinlikten daha derin bir iç uzayın olduğunu görebilirdin. Bizler ruhumuzu öldürüyor sonra başına geçip ağıt yakıyoruz... Benliğindeki zenginliği fark etseydin dünyada ikinci bir insan aramazdın biliyor musun?- Anlamadım!- Dünyada bir tek kişi vardın aslında. O bir tek kişinin içinde beş milyar insan.- Benliğim bu kadar kalabalık mi?- Evet. Benliğin tüm varlığın merkezidir. Tüm acılar ve sevinçler yüreğinde gizlidir senin. Ölenleri yüreğine gömdüğün gibi doğacak çocuğun kalbi de senin içinde atar. Hem acıyı hem sevinci yaşarsın iç içe, yan yana... Hatta o kadar acı çekersin ki acı, acı olmaktan çıkar...- Sözlerin çok karışık.- Belki haklısın bu konuda. Bazı insanlar başlı başına paradokstur. Düşünceleri de öyle. İnsanlar paradoksal düşünmeye alışık değiller. Bu yüzden anlaşılmıyoruz. Zaman bir hayli ilerlemişti. Ferda izin istedi. Zihni o kadar dağılmıştı ki hiçbir şey söylemeden çıktı evden. Bütün gece boyunca Kemal'in sözleri ile uğraştı Ferda. Bazen onu anladığını düşünüyor, bazen saçmaladığına karar veriyordu. Her şeye rağmen hayranlık duyuyordu ona. Ara sıra arkadaşlarına anlatmak istiyordu onu. Ama kimsenin anlamayacağından emindi. Günler geçiyor, yüreğinde Kemal'e, karşı konulmaz bir sevgi taşıdığını hissediyordu Ferda. Her geçen gün biraz daha büyüyordu sevgisi. Aylar geçmiş ama bir türlü ona gitmeye karar verememişti. Çekiniyordu. İnsanlardan bu kadar uzak biri onun gibi deli dolu bir kızı ciddiye alır miydi? "Hiç kimse sevgiyle dirilmeyecek kadar ölmüş değildir hiçbir zaman". Evet, bu söz de onun değil miydi? Nihayet karar verdi Ferda. Gitmeli ve ona sevdiğini söylemeliydi.Ferda Kemal'in evine gittiğinde büyük bir şaşkınlık geçirdi. Evde kimse yoktu, taşınmıştı... Evin bekçisi yaklaştı Ferda'ya:- Kızım, adinizi öğrenebilir miyim?- Adım Ferda, Kemal Bey taşındı mi?- Evet kızım, taşındı. Ve kimseye söylemedi nereye gittiğini, bana bile. Bir mektup bıraktı sana. Gelirse verirsin dedi. Ferda mektubu aldı. Tereddütlü adımlarla evine gitti. Yıkılmıştı. Derin bir boşluk hissetti yüreğinde. Birden ümitle doldu yüreği. Belki de onu yanına çağırıyordu.Sabırsızlıkla mektubu açtı. "Ey sevgili, Seni sevip sevmediğimi söylemeyeceğim. Ama sevgiyi öğretebildim sana sanırım (ne kadar öğretilebiliyorsa). Dilerim kalbine kalbimden verdiğim şey yüreğinde yeşerip meyve verir. Böylece ne sen bende kaybolacaksın, ne de ben sende. Sen beni kendinde, ben seni kendimde bulmuş olacağım. O zaman hiç ayrılmayacağız.Sakin sevgimle seni tuzağa düşürdüğümü sanma. Sevgi hayatin hem çekirdeği hem de meyvesidir. Bir ağaç, meyvesiyle seni kendine çağırıyorsa bu bir aldatma sayılmaz. Unutma ki ağaç meyvesine çağırır, kendisine değil.Ey sevgili, Sen bir sığınak arıyorsun ama ben durulmaz bir fırtınayım. Sen kendinin sakini olmak istiyorsun ama ben evrenin sakini olmak istiyorum. Sen olmayacak bir barışı arıyorsun. Bense tüm kötülüklerle savaşmak istiyorum. Sen küçücük bir çocuksun. Ama ben küçükken çok büyüdüm. Sen dünyadan kopup yıldızlara sığınmak istiyorsun. Bense kendimi yeryüzüne karşı sorumlu tutuyorum. Sen bir ağacın gölgesine sığınıp yaşamak istiyorsun. Bense ülkemi arıyorum. Yolları aydınlık, insanları ümitli ve huzur dolu olan bir ülke. Sen bende kaybolmak istiyorsun ama ben seni kaybetmek istemiyorum. Sen susuyorsun, bense haykırıyorum.Sakin unutma:Kalbim paylaşılamayacak kadar senindir. Seninle bile. (Ama bilmiyorum sen bu kadar bende misin?) "

alıntı

Dudakla Bardak Arası


Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, bir gün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala:- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiçbir zaman içemeyeceksiniz ki!deyivermiş.Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dâhil herkesin hemen toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış. Şarap bardağını eline alarak:- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiçbir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş.Köle söyle cevap vermiş:- Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem! Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış. Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş.Kral ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş. Kral bostanda, bardak masada kalmış...Su söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:"Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den, Nasip değil ise ne gelir elden?" Kalbinize yakin bulduklarınızı çantada keklik sanmayın. Sıkıca asilin onlara tıpkı hayata asıldığınız gibi... Çünkü onlarsız hayat da anlamsızdır..Hayati çok hızlı koşmayın, nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın. Hayatin bir yarış değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın.Dün tarih oldu... Yarin bir sır... Bugünün kıymetini bilin.
Can Dündar

Herkeste Akıl Var Ama...


Bir gün ülkenin küçük kasabalarından olan Yitan’da şöyle bir haber yayılmış:- Güzel başkentimizde bir Akıl Okulu varmış. Her kim o okula giderse orada akıl öğretiliyormuş.Herkes bu haberi şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş.

Kasabanın en zenginlerinden olan bir adam da bu haberi duyunca kahkahalarla gülmeye başlamış:- Efendim, hayatımda hiç bu kadar komik bir şey duymamıştım. Bir insan akıllıysa akıllıdır. Sonradan akıl kazanılır mı hiç? Olacak şey midir? Duyulmuş mudur? Görülmüş müdür?Bu adam çok zengin olduğu için çocuklarının hiçbirisini okutmamış. Öyle çok parası varmış ki, istese kasabanın tamamını satın alabilirmiş. Fakat çocuklarına devamlı şöyle diyormuş:- Şükürler olsun çok paramız var. Yine de paramıza para katmalıyız. Ne kadar çok kazanırsak o kadar güçlü oluruz.Çocuklarından biri ise, babasının bu düşüncesine katılmıyormuş. Devamlı:- Babacığım, okumak gibisi var mıdır? diyormuş. Bak ne çok paramız var. Ama bu parayla bilgi satın alamayız. Buna kimsenin de gücü yetmez. Neden okumayı kötü görüyorsun?

Adam, çocuğunun bu sözlerini günlerce, gecelerce düşünmüş durmuş. Sabahlara kadar sayıklar olmuş: ‘Akıl okulu? Akıl okulu?’ Bir sabah dayanamamış ve kararını vermiş:- Böyle olmayacak. Şu Akıl Okulu neymiş gidip göreceğim.

Adam yolculuk için hazırlanmış. Atına binmiş ve yola koyulmuş.Günler geçmiş. Geceler geçmiş. Memleketinden ayrılalı tam otuziki gün olmuş. Günün birinde, yolda ağır ağır yürüyen bir ihtiyara rastlamış. İhtiyarın gözleri görmüyormuş. Adam bu ihtiyarın haline acımış. Yanına yaklaşarak:- Ey yolcu, nereye gidiyorsun? diye sormuş.İhtiyar da başkente gitmek istediğini söylemiş. Bunun üzerine adam atından inmiş ve ihtiyarı atına bindirmiş:- Ben de başkente gidiyorum. demiş. Bir günlük yolum kaldı. Birlikte konuşa konuşa gideriz. İhtiyar atın üzerinde, adam yaya yolculuklarına devam etmişler. Şehre vardıkları zaman adam ihtiyara:- İşte başkente geldik, demiş. Burada inebilirsin. Fakat ihtiyar, adama şunları söylemiş:- Madem bir iyilik yaptın, bunun gerisini de getir. Beni şehrin meydanına kadar götür. Ondan sonra var git nereye gideceksen.Adam hiç karşı çıkmamış ve tamam demiş. Beş-on dakika sonra şehrin meydanına gelmişler. Tam bu sırada ihtiyar bağırmaya başlamış:- İmdat!.. Yardım edin. Bu adam atımı çalmak istiyor. Bu garibana yardım elini uzatacak yok mu? İmdat!..Meydandaki insanlar koşa koşa gelmişler onların yanına. İhtiyar kör olduğu için ona acımışlar ve adamı suçlamışlar:- Utanmıyor musun bu yaşta hırsızlık yapmaya! Hem de kör bir adamın atını çalmaya çalışıyorsun. Adam haykırıyormuş:- Hayır yalan söylüyor. Bu at benim. Onu yoldan ben aldım. İhtiyardır, yorulmasın, bir iyilik yapmış olayım, dedim. Bu at benim. Ben hayatımda hırsızlık yapmadım. O yalancıdır.Fakat gel gelelim insanlar adamı dinlememişler.

Atı, kör ihtiyarı ve adamı doğruca şehrin hakimine götürmüşler. Hakim önce kör ihtiyarı, sonra adamı dinlemiş. Ardından da şöyle demiş:- Bana bir baytar, bir nalbant, bir de saraç çağırın. Hemen gelsinler. Bekliyoruz.Adam bu üç kişinin neden çağrıldığını bir türlü anlayamamış. Kimseye de soramamış. Mecburen çağrılanların gelmesini beklemiş. Kısa bir zaman sonra da hep beraber gelmişler. Hakim gelenleri tek tek huzuruna kabul etmiş. Önce baytar alınmış odaya. Hakim ona sormuş:- Ata bak. Bu at hangi memlekete aittir? Baytar şöyle karşılık vermiş:- Çok fazla incelemeye gerek yok. Bu at bu şehirden alınmamış. Yitan yöresine ait bir attır.Adam kendi memleketinin ismini duyunca hayretler içinde kalmış. Bu sefer de hakim nalbantı çağırmış ve ona:- Sen de bu atın nerede nallandığına bak, demiş. Nalbant biraz inceledikten sonra şunları söylemiş:- Bu at burada nallanmamış. Yitan yöresinde atlar böyle nallanır. Bizimkine benzemez.Adam yine şaşırmış. Kendi kendine, ‘Nasıl bilebilirler?’ diye sorup duruyormuş. Hakim son olarak saraca:- Bu atın koşumlarını incele, demiş. Nasıl eyerlenmiş? Saraç hiç beklemeden cevap vermiş:- Efendim, ilk bakışta bizim yöremize ait olmadığı anlaşılıyor. Yitan yöresinin koşum şeklidir.

Hakim cevapları aldıktan sonra atın sahibine dönerek:- Evet, sen doğru söylüyordun, demiş. Bu at senin. Artık atını alıp gidebilirsin. İhtiyara da gereken ceza verilecektir. Hiç meraklanma.

Fakat adam dayanamayarak hakime sormuş:- Siz böyle bir şey yapmayı nasıl düşündünüz? Bu adamlar, bu atın Yitan yöresine ait olduğunu nereden anladılar? Lütfen bana söyler misiniz bütün bunlar nasıl olabiliyor?Hakim adamın sorusuna gülerek cevap vermiş:- Ben ve bu gördüğün herkes, bu şehirdeki Akıl Okulunu bitirdik. Her şeyi o okulda öğrendik. Orada doğrunun nerede ve nasıl bulunacağı öğretilir.

Adam böylece Akıl Okulunun ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş. Heyecanla memleketi olan Yitan’a dönmüş. Bütün olanları ailesine ve arkadaşlarına anlatmış. Sonra da bütün çocuklarını bu Akıl Okuluna göndermiş.

Anlamış ki, herkeste akıl var, ama onu kullanabilmek için eğitim gerekiyor.

alıntı

Yaşamaya Zaman Ayırın


Çölde yolculuk eden iki arkadaş hakkında bir hikâye anlatılır. Yolculuğun bir aşamasında iki arkadaş tartışırlar biri ötekine bir tokat atar. Tokatı yiyenin cani çok yanar ama tek kelime etmez ve kum üzerine su sözleri yazar: "BUGÜN EN İYİ ARKADASIM BANA BİR TOKAT ATTI." Yıkanabilecekleri bir vahaya rastlayana dek yürümeyi sürdürürler. Tokati yiyen yıkanırken batağa saplanır, boğulmak üzereyken arkadaşı tarafından kurtarılır. Boğulmak üzere olan arkadaş tam selamete çıktıktan sonra bir kaya parçası üzerine su sözleri kazır: "BUGÜN EN İYİ ARKADASIM BENİM HAYATIMI KURTARDI." Tokati vuran ve sonra en iyi arkadaşının hayatini kurtaran kişi ona söyle der, "senin canini yaktığımda bunu kum üzerine yazdın ama simdi kayaya kazıyorsun, neden?" Öbür arkadaş ona söyle cevap verir. "Biri bizi incittiğinde bunu kum üzerine yazmalıyız ki bağışlama rüzgârı estiğinde onu silebilsin. Ama biri bize iyi bir sey yaparsa onu kayaya kazımalı ki onu hiçbir rüzgar yok etmesin. "İNCİNMELERİNİZİ KUMA, GÖRDÜĞÜNÜZ İYİLİKLERİ KAYALARA KAZIMAYI ÖGRENİN."


Kabul Olan Dua


kasabanın birinde sel baskını olcakmış ... Kasaba halkı kasabayı boşaltmışlar son imam kalmış kasaba halkı imama gidmişler ve
"hocam kasaba sular altında kalacak burda kalırsan ölürsün bizimle gel " demişler.
hoca : "benim Allahım var o beni kurtarır " demiş.
bunun üstüne ksabalı gitmiş yağmur yağmaya başlamış yağmur suları 2 metreyı bulmuş kasabalı dayanamamış kayıkla yeniden camiye hocanın yanına gitmişler ve
" hocam boğulup gideceksin inat etme gel" demişler
hoca ise" benım Allahım var o bi mucie yapacak beni kurtaracaktır " demiş
sular iyice artmıs hoca camının minaresıne cıkmış .kasabalı dayanammıs bu seferde helıkopterle hocayı kurtarmaya gitmiş. hoca yenıden Allahım benı kurtarır demıs ve kasabalıyla gıtmemış
ve sonunda boğulup ölmüş..
ahirette melekler cehenneme gideceksin demişler bunun üzerine hoca
" ben Allahıma guvendım ona dua ettım nasıl boyle bısey olur ben onun ıcın o camıde kaldım Allahımın karşısına cıkmak istiyorum demiş ve ortalıgı karıstırmıs meleklerde Yaradanm senin için öldüğünü söyleyen senin huzuruna cıkmak isteyen bi hoca var demişler
Yaradan huzuruna kabul etmiş
hoca demiş ben senin uğruna öldüm senin beni kurtarmanı bekledım neden şimdi cehenneme gönderiyorsun beni
Yaradanın cevabı ise ınsanları gönderdım gelmeden kayık gönderdım gelmedın helıkopter gönderdım gelmedım ben daha sana ne yapayım .yerin cehennem.......


alıntı

Bazen Paylaşmamak Özgür Bırakmaktır


Bir toplantıda empati yi paylaşıyorduk .
Bir bayan katılımcı '' eşim yalnız balığa gitmeyi seviyor '' dedi . Bende onunla paylaşmak için bu keyfini , balık tutmanın inceliklerini anlatan bir kitap aldım . Bir de olta takımı , ondan gizli . Bu haftasonu her zamanki gibi hazırlandığında bende ona sürpriz yapıp , peşine takılacağım .
Daha önceden tanıdığım bir hekim arkadaşım , damarına basılmış gibi yüksek sesle konuşmaya başladı . Bayan katılımcı da herkes gibi şaşkındı . Eşinizin ; '' o sahille , batan güneşle , deniz kabuklarıyla , tutup saldığı balıklarla paylaştıklarına ortak olmak istiyorsunuz yani '' dedi . Bayan katılımcı kekeleyerek ama ben yalnız kalmasını istemiyorum . Onunla keyif aldığı bir yönünü paylaşmak istiyorum diyerek açıklamaya çalıştı . Bu nokta dan sonrasını biliyordum . Hekim arkadaşım kız arkadaşından motosiklet tutkusuna ortak olmak için kask aldığında ayrılmıştı . O benim tutkum herkes kendi tutkusunu , keyfini yaşasın . Ben onunla alışverişe gidip vitrin bakmıyorum demişti . Bir kask yüzünden ayrılmışlardı . Ne kask tı ne olta takımıydı mesele .
Hepimizin kendi içimize dönmek istediği zamanlarımız vardır . Bunun içinde herkesin kendine göre bir yöntemi . Kimi balık tutar , kimi bir sahil yolunda motosikletle sürat yapar , kimi çılgınca alışveriş , kimi sinemaya gider . O anlara saygı duyamazsak , hayatımızdaki insanı kaybedebiliriz . Bu sadece kadın erkek ilişkisi içinde geçerli değildir .
Her tür ilişkide paylaşmak adına gösterdiğimiz çaba bazen bunaltabilir sevdiklerimizi . Sonra şikayet etmek ama ben herşeyi yaptım demek işe yaramaz . Özgürlükten söz edip en yakınımızı boğarsak , kaybetmek olarak döner bize .
Sevgimize ve kendimize güvenimiz yok ise paylaşmak adına attığımız adımlar sıklaşır .

alıntı

Hayatın Değeri


Acil servisteydim. Mesleğe yeni başlamanın heyecan ve zevkini yaşıyor ''doktor bey'' hitabına alışmaya çalışıyordum. Her büyük hastahanenin acil servisinde olduğu gibi burada da nöbet hareketli geçiyordu. Tecrübeli uzman hekimlerin yanında bana pek sorumluluk düşmüyordu. Ben sadece olup bitenleri dikkatlice izleyerek tecrübe kazanmaya çalışıyordum.Saat gecenin bir buçuğuydu. İki bayan kollarından tuttukları 16-17 yaşlarında esmer topluca bir delikanlıyı hastahaneye getiriyordu. Delikanlının babası olduğu anlaşılan bir bey arkalarından soluk soluğa geliyor bir yandan da şöyle sesleniyordu:-Kurtarın yavrumu kurtarın çocuğumu!Nöbetçi doktor gecenin yorgunluğuyla gömüldüğü koltuğundan doğruldu. Bu arada hemşireler yeni gelenleri karşılıyordu. Ben doktorun yanında ayakta bekliyordum. Adam konuşmaya devam ediyordu:-Doktor bey oğlum intihar niyetiyle ilâç içmiş. Annesi fark edince hemen getirdik.-Aldığı ilâçlar yanınızda mı?Adam ceketinin ceplerinden hap kutularını çıkarıp doktora gösterdi.-Şu haptan on beş-yirmi tane şundan on kadar şundan da üç-beş tane içmiş.-Ne zaman içtiğini biliyor musunuz?-İki saat kadar olmuş.Doktor hap kutularını uzun uzun inceledikten sonra bir delikanlıya bir de kutulara baktı. Ardından kafasını sağa sola sallayıp yüzünü buruşturarak:-Hımm! Yazık çok yazık!Aile endişe ve merak içinde doktorun bir şeyler söylemesini bekliyor ama doktordan ses çıkmıyordu. Bense gencin midesini yıkayacağımızı düşünüyordum. Kısa süren bir sessizlik babanın sorusuyla bozuldu:-Ne yapacağız doktor bey?Doktorun yüzü gerginleşti. Bakışlarını ümitsizce kaldırdı. Dudaklarını ısırdı. Başını çaresizce sağa sola salladı. Elleriyle de çaresizlik işareti yaptı. Ağzından dökülen son sözler hasta ve yakınları için kurşun gibiydi.-Üzgünüm! Yapılacak bir şey yok. Hem bu ilâçlar... Üstelik de geç kalmışsınız.Ben göz ucuyla aileye baktım. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açılmış beti benzi atmıştı. Delikanlının yüzü korkuyla gerilmişti. Annesi ve kız kardeşinin desteğiyle ayakta zor duran delikanlı birden doğrulup pür dikkat doktora baktı Doktorun ifadelerindeki kesinliği ve yüzündeki ciddiyeti görünce sarsıldı Dizlerinin bağı çözülmüşçesine kendini yere bıraktı Aile fertlerinin ayakta duracak mecalleri kalmamış olacak ki her biri bir kenara çöktü. Baba ve anne bir şeyler mırıldanıyorlardı Uzun süren bir suskunluk ve şaşkınlıktan sonra: - Ne olacak doktor bey Hiçbir şey yapamaz mısınız ?-Artık çok geç. Bu durumda maalesef bir şey yapamayız. Yapsak da yararı olmaz Herhalde bir saate kadar hastayı kaybederiz. Gene de hastayı müşahede altına alalım. Ben de en az aile kadar şaşırmıştım. Delikanlının yüzüne bakıyordum. Ölüm endişesi ve ümitsizlik iliklerine kadar işlemiş gibiydi. Kendimce neler hissettiğini düşündüm. Ölüme bu kadar yaklaşmak gerçekten zor bir durum olmalıydı Hem insan bir saat sonra öleceğini bilse neler düşünür neler hisseder neler yapardı? Aslında her birimizin ölüme bir saat yaklaşacağı an gelmeyecek miydi? Hayatın karmaşa ve med-cezirleri arasında ölüm gerçeğini nasıl da atlıyor veya kendimize uzak görüyorduk. Şimdi bu delikanlı geçmişini arkadaşlarını ailesini düşünüyor olmalıydı. Veya ölümden sonraki hayatı; yani bir saat sonrasını Belki de arkasından neler düşünüleceğini konuşulacağını... Halbuki ne kadar çok plânı vardı. Şimdi ise o plânları düşünmek bir yana son saatini nasıl geçireceğine dair doğru düşünme melekesini bile kaybetmiş gibiydi. Diğer taraftan hayat devam ediyordu. İçeride yatmakta olan bir hastanın yakınları doktora bir şeyler sorarken sedye ile bir hasta daha getiriliyordu. O ara başka bir doktor kapıdan içeri giriyordu. Biliyorum sohbet için geliyor. Az ötede hemşirelerin küçük teybinden bir arabesk parça yükseliyor: Batsın bu dünya Hayatla ölümün iç içeliği galiba bu diyorum kendi kendime. Baba toparlandı. Yalvaran bir eda ile sorusunu tekrarladı:-Hiçbir şey yapamaz mısınız doktor bey? Hiç mi ümit yok? İçeri yeni giren doktor kaş göz işaretiyle ne olduğunu sordu. Doktor ayağa kalkıp kesin bir ifade ile cevap verdi: -İntihar girişimi doktor bey. Geç kalmışlar maalesef Durum da ciddi Yapılacak bir şey kalmamış Sonra raporunu tanzim ederiz. Söylenenleri dikkatle dinleyen delikanlıyı ölüm gerçeği ile yüzleşmek ürkütmüştü. Pişmanlık duygusu içerisinde ve titrek bir sesle doktora''Kurtulmak için ne yapmak gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ne olur doktor! Beni kurtarın ölmek istemiyorum dedi. Doktor oralı bile olmadı. Ölüme bu kadar yakın bir kimseyi daha önce hiç görmemiştim. Üstelik çok da gençti. Hayalen morga gidip gencin otopsisini düşünüyorum. Demek karşımda duran bu diri beden birazdan ölecek otopsi için açılacak ve biz bir rapor tanzim edip bırakacağız! Hayat ve ölüm... Yaşamak ve ölmek... Genç olmak yaşlı olmak hayatı anlamak ölümü benimsemek... Hayatı ölüme bir girizgah olarak değerlendirebilmek... Ölüme her an hazır olmak... Veya kendini hazır hissetmek... Kısacası ölümü kuşanmak... Hayata ve ölüme anlam kazandırmak... Bir sürü düşünce beynime doluşuyor. Doktor oradan uzaklaştı. Ben de peşinden gittim. Biraz acemilik kokan bir tavırla sordum: -Doktor bey! Serumla bol mayi verip bir yandan da idrar söktürücülerle kanını temizleyemez miydik?Doktor dönüp gözlerimin içine baktı: Kardeşim görüyorsun burada ayakta zor duran yaşlılar bile biraz daha hayatta kalmak için mücadele ederken bu delikanlı daha on yedi yaşında ve intihara kalkışıyor. Ölmek istiyorsa neden ona mâni olalım? Biraz isteği ile baş başa kalsın bakalım. Ölüm ne imiş hayat ne imiş düşünsün! Yaşamanın değerini ailesine ne kadar acı çektirdiğini fark etsin! Dahası Allah''''ı hatırlasın; kul olmayı... Ölümü ve sonrasını da tabii ki... Arkasından beni bir kez daha şaşırtan bir kahkaha atıp şöyle dedi: -Yoksa sende mi inandın öleceğine? -Ne yani delikanlı ölmeyecek mi? Gülerek ilaç kutularını gösterdi. Elindekiler vitamin hapı öksürük kesici ve balgam sökücülerdi.

alıntı

Yaşam Ayrıntılarda Gizli


.Mucizelere inanın ama asla onlara bel bağlamayın..

Durum ne olursa olsun nezaketin size zarar vermeyeceğini unutmayın..

Bir geziden döndüğünüz gün harcamalarınızın listesini yapın..

Küçük şeyleri iyi yapmaktan dolayı mutlu olmasınıi bilin..

Her yıl, çocuklarınızın okula başladığı ilk gün onların fotoğrafını çekin..

Bir arkadaşınız hakkında iyi bir söz duyduğunuzda bunu ona iletin..

Doğru olduğunu bildiğiniz şeyi yapmaktan asla çekinmeyin..

Dikkat çekmek için iş yapmayın dikkat çekecek iş yapın..

Çocuklarınızı kardeşleri ya da sınıf arkadaşlarıyla kıyaslamayın..

Sivil örgütlere katılın..

Büyük zarar getirmeyecekse bırakın çocuklarınız bildikleri gibi yapsın.

Çünkü yaptıkları hatalardan, başkalarından öğrendiklerinden daha fazlasını öğreneceklerdir..

Her başarının bir bedeli olduğunu asla unutmayın..

Çocuklarınızın önünde eşinize kötü bir söz söylemeyin..

Çocuklarınız çoktan uyumus olsalar bile onlara iyi geceler öpücüğü verin..

Can sıkıntısını egzersiz yaparak dağıtmaya çalışın..

Boğaza takılan bir şeyi çıkartma yöntemlerini öğrenin..

Yolculuk ederken cüzdan, otomobil anahtarı, gözlük ve ayakkabılarınızı yakınınızda bulundurun..

Eleştirmekle geçirdiğiniz zamanın iki katını övmeye ayırın..

Çocuklarınıza engelli bir kişiyi asla küçümsememeyi öğretin..

Gazetenin ekonomi sayfasını düzenli bir biçimde okuyun..

Yolculukta temel gereksinimlerinizin listesini yapın ve bavulunuzda tutun..

Çocuklarınızın televizyon izleme süresini ve programlarını sınırlayın..

Zarafeti modaya yeğleyin..

Kendinizi geliştirme konusunda her bulduğunuz fırsatı değerlendirin..

Kızınıza ya da oğlunuza da yemek yapmasını öğretin..

Her terslikte saklı olabilecek iyi fırsatı arayın..

Eve bir eşya alırken deneyim kazanmaları için cocuklarınızı da yanınızda götürün..

Evde yapılan börek ya da kurabiyeleri iş yerine de götürün..

Deneyimli insanları asla dikkate almazlık etmeyin..

Yolunuza çıkan aksiliklerin, sizi amaçlarınızdan alıkoymasına izin vermeyin..

Her gün mutlaka olumlu bir şey söyleyin..

En sevdiğiniz sözü yazın ve görebileceğiniz bir yere asın.

alıntı

Öğrenmenin De Bedeli Vardır


Önceden öğrenenler indirimli fiyattan öğrenir;
Otoriteden öğrenenler özgürlük bedeliyle öğrenir;
Deneyerek öğrenenler etiket fiyatindan öğrenir;
Hayattan öğrenenler gecikme zammiyla öğrenir;
Hayattan da ÖĞRENEMEYENLER, boşa gitmiş hayatlarıyla öğrenir;

Arthur miller

Güvenmediğim İçin Affet


Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.
Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;
"Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.
Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!
Kekeleyerek: "Nasıl? Anlayamadım?" diyebildi yaşlı kadın.
"Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:
"Yeter! Lütfen dur artık!" diye bağırmak zorunda kaldım.
Ama usta sadece gülümsedi ve; "Daha değil!" diye cevapladı beni.
"Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:
"Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!"
Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:
"Henüz değil!"
"Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek"
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:
"Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!"
"Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve "Daha değil!" diyordu.
"Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.
"Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.
"Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!" dedim. Onun cevabı ise aynıydı: "Henüz değil!"
"Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. "Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!" diye bağırdım.
Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. "Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!" diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine "Daha değil!" diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.
"Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:
"Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?"
Ona "Evet" dedim.
Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve "Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım."
"Evet bu sensin!" dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.
Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde."
Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:
"Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!
Bana zarar vereceğini düşündüm.
Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim.
Teşekkür ederim."
* * * * * *
Usta fincanı, yaratıcı insanı şekillendirir. Yeter ki acı da ki hikmeti görelim.
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş demesini bir öğrenebilsek...


alıntı